insearchofsunrise
elektrik aşkı
En Beğenilen Yazar Sırası
:
1
Toplam Başlık Sayısı
:
164
Toplam Puanı
:
1051
Toplam Giri Sayısı
:
604
Bu Ayki Puanı
:
26
En Aktif Yazar Sırası
:
1

insearchofsunrise Sözlük Seceresi

  • Yggdrasill



    Alfheim (Eski norse dilinde alfheimr) Asgard'ın yanında bulunan Tanrı Freyr tarafından diyara verilen addır. Işık elfleri olarak adlandırılan canlılar bu diyarda yaşamaktadır. Rivayete göre ışık elfleri güzel canlılardır hatta "güneşten daha güzel" olarak bile tanımlanmışlardır.
    Tanrı Freyr

    Bu rivayetten yola çıkarsak Alfheim'in ışık ve güzellik diyarı olduğu görüşüne varabiliriz. Ayriyetten bu canlılar koruyucu melekler olarak adlandırılır. Işık elfleri insanlara sihirli güçlerin bilgileri hakkında yardımcı olur ya da kötüye kullanımına engel olurlar ve sıklıkla insanlara sanat ve müzik konusunda ilham getirdiklerine de inanılır.
    12. yüzyıl şairi Snorri Sturluson, Gylfaginning adlı eserinde ışık elflerini şöyle tanımlamaktadır.
    Alfheim olarak alandırılan yer, Işık elfleri adındaki canlıların yaşadığı, karanlık elflerin ise toprağın altında yaşadığı yerdir.
    Onlar görünüş açısından farklılar, fakat doğaları açısından çok daha farklılar.
    Işık elfleri baktığınız zaman güneşten daha büyüleyici fakat karanlık elfler ise ziftten de siyah.
    0 2
  • Hallac-ı Mansur

    hallac-i mansur 852 yilinda ilmin şehri bagdatta dogdu.Hallac ismini pamuk işiyle uğraştigindan almisti.Genclik hayati boyunca dersler aldi zaten bagdatta yaşadigi icin bu onun icin sorun olmamişti ünü kisa surede yayildi çok sayida talebesi oldu.En el-Hakk(ben tanriyim)dedigi icin idam edildi.

    Mansur cok buyuk bir din adami ve filozoftu(bu ikisinin birlesmesi cok zordur).Mansurun bagdatta cok sayida seveni vardi insanlar sıklıkla ona sorular sormaya bilgi edinmeye fikir almaya gelirdi fakat seveni kadar sevmeyenide vardi hatta bunlarin arasinda eski hocasi bile vardi belki ondan daha populer oldugu icin bir kiskanclikla ona dusman olmustu belkide gercekten onun yanlis dusundugunu dusunuyordu. bilemeyiz.
    Mansur sıklıkla icindeki kotulugu tartiyordu onu nasil yenebilecegini dusunuyordu.Bu kadar dusunurken cilginca şeylerde yapiyordu ornegin;
    Yaninda siyah bir kopekle bagdat sokaklarinda dolasir olmustu ki bu o donemin bagdat i icin gercekten delilikti kopegi goren insanlar tiksintiyle kaçisiyordu.Ordaki muslumanlara gore kopek necis hayvandi. bir musluman heleki Mansur gibi bir din adami nasil yaninda kopekle dolasabilirdi . kopege nasil dokunabilirdi Mansuru sevmeyenler hemen bunu pazar yerlerinde dukkanlarda konusmaya baslamisti ama onemi yoktu sevenleri halen cok daha gucluydu.Zaten Mansur da  bunlara zerre aldiris etmiyordu o benim kara kopegim o benim icimdeki kotuluk eger ben ona tasma takmazsam o bana tasmayi takar diyordu.Ve kara kopegini yanindan ayirmiyordu.Kara kopegi seviyordu yemegini onunla paylasiyordu icindeki kotulugu sevgiyle yenmeye çalisiyordu.Oylede oldu kotuluk mansura boyun egmisti mansur otur dedigi zaman oturuyor yuvarlan dedigi zaman yuvarlamiyordu artik o Mansura degil Mansur ona emir veriyordu.
    Mansur icindeki kotulugu yendiginden emin olduktan sonra Bagdattan ayrilmaya karar verdi artik ulke ulke gezip Allah a inanmayan insanlara Allah'i anlatacakti.Her seyini birakip şehri terk etti.Bir cok ulke gezdi cokça çesit insanla tanişti zerdustu,budisti bir cok insanla gorustu, konuştu,tartisti ve bunu yaparken karşidakine saldirircasina konusmuyordu hayir dediklerinin hepsii yanlis bu bu bu sebepten demiyordu.Cunku o artik kotulugu nasil yenebilicegini ogrenmisti kotuluk onun uzerine yuruyerek yenilmiyordu tam aksine daha cok alevleniyordu kotulugu yenmenin tek yolu sevgiydi bu kendinde işe yaramisti baska insanlardada yariyabilirdi.Insanlarin dediklerini elestirmeden kendi dusuncesini paylasiyordu ve bunu oyle bi kibarlikla yapiyordu ki insanlar ona hayran kaliyordu ve zamanla onun etkisinde kalip kotulugu yeniyorlardi.Tanistigi bir cok insan Allah'a inanmisti ama Mansur inanmayanlardanda umidi kesmiyordu onlarla iletisimini bitirmiyordu onlarla mektuplasmalara devam ediyordu.
    Mansur onlarca ulke gezdikten sonra tekrar Bagdat a dondugunde bir hayli degismisti hem daha bilge hem daha yaşli bir adam olmuştu yalniz degisen tek sey mansur degildi Bagdatta degismisti ilmin şehri bagdat o gun dev bir siyasi karmaşanin icindeydi ilmin şehri kavganin dovuşun şehrine donusmustu(suan oldugu gibi).Bastaki yonetim sallaniyordu onu devirmek isteyen baska bir gurup vardi ve ikisinin cekismesi cokca ilim adaminin öldurulmesine sebep olmustu. Bagdat siyasete kurban gitmisti ve bu siyasete kurban giden yalnizca şehir olmayacakti.

    Mansur siyasete hic karismadi o talebelerini yetistirmeye ve gezdigi ulkelerde edindigi zerdüşt ve budist arkadaslariyla mektuplasmaya devam ediyordu.Bir gun Mansur'a gelen mektuplardan biri icinde cok carpici bir soru iceriyordu.
    "Tamam tanri vardir tamam iyi ve guzel olan herşeyi o yaratmistir.Peki kotuluk?"

    Hallac-i Mansur bu mektuptan sonra tekrar dusuncelere daldi.Tanrinin varligindan hic suphesi yoktu.Kainati o yaratmisti bizi o yaratmisti ama kotulugu? kotulugu kim yaratmisti.Tanri iyiydi kotulugu o yaratmis olamazdi ,yoksa olabilir miydi?
    Mansur bu sorularin icinde boguluyordu.Ve en sonunda sorunun cevabini bulmustu.Tanri iyilikti ve iyilik olan her yerdeydi.Insanin icindeki iyilikte tanriydi.Tanri insana kendinden bir parca vermisti ve bunu kotuluge galip getirip getirememeyi insanin eline birakmisti.
    Mansur dusuncelerini şu sozlerle aciklamisti;
    "Halkta olan hak unsuru dolayisiyla hak hak la aynidir"
    "Ben Hakk'im zira ben hicbir zaman Hakk la hak olmaktan vazgecmedim"
    "Seninle benim aramda ilahlik ve Rabblik farki yoktur.Ey ben olan O ve ben O' yum.Zamandaslik ve ezelilik bir yana benim benligim ve senin O'lugun arasinda hicbir fark yoktur"

    Iste simdi yonetimi kaybetmek uzere olanlarin eline firsat gecmisti.Simdi dikkatleri baska yone cekme zamaniydi.Din adami gorunumlu ve halkin tamaminin cok iyi tanidigi bir insan kendini tanri ilan etmisti.Bu adami cezalandirmak halkin dikkatini baska yone cekebilirdi.Zaten soylenene gore Mansur zerduştlerle mektuplasir olmustu.
    Emir verildi ve Mansur'un evi basildi. Harikaaa evden mektuplarda cikmisti artik halka buda kanit olarak gosterilecekti.Mansur gezdigi ulkelerde zerduştlerin etkisi altinda kaldi zaten bunun dedeside zerdusttu denilecekti.Hemen Mansur'u yakalayip hapse attilar.Fakat Hallac-i Mansur'un hala seveni coktu.Hala insanlar ona soru sormaya gidiyordu.Zaten hapishanede olmakta Mansur icin bir fark yaratmiyordu yine sabah aksam namaz kilip dusunmekle meşguldu hatta artik bunlari yapacak daha fazla zamani oluyordu.Tabiki onun dusmanlari bundan şikayetciydi hala insanlar onu gormeye nasil giderdi yahu adam en el-hakk(ben tanriyim) dedi.Ve bu adama hapis cezasi mi bu bir şakami tez vakitte başi vurulmaliydi.Evet yonetim yine insanlarin gozune girmeyi basaramamisti insanlar yine yoneticilerden sikayet ediyordu.Ne yapilmasi gerektigini halifeye sorduklarinda halife "onu ya öldurun yada enel hak sozunden vaz gecene kadar sopalayin" dedi.
    Mansur halkin ortasinda kirbaclanmaya başladi fakat Mansur dan ufacik bir ses bile cikmiyordu hatta oyleki öldugunu bile sandilar.Fakat yaşiyordu ve yuzunde  en ufak bir aci belirtisi bile yoktu.Sozunden vaz geciyormusun diye sorduklarinda verdigi tek bir cevap vardi "En el-hakk".Mansur sozunden vaz gecmiyordu artik destekciside cok azalmişti.Karar verildi Mansur idam edilecekti ve bu siradan bir idam olmayacakti. kolay ölmemeliydi.
    Mansur idam edilecegi yere goturulurken halk onu taşlamaya başladi fakat Mansur buna tebessumle karsilik veriyordu.O hala kotulugu iyilikle yenmeye çalisiyordu.Idam edilecegi yere getirildi ama once işkence edilmeliydi ki bir daha kimse kendini tanri ilan etmesin haa birde yonetim sarsilmasin.
    Mansur'un elleri ayaklari baglandi ve ara ara gelip işkence edilmeye başlandi fakat Mansur'da bir aci belirtisi yoktu.Iskencenin ucuncu gununde cellatlar gelip eline çivi çaktiklarinda Mansur kahkahalarla guluyordu acidan zevk alir gibi bir hali vardi.Son sozlerini soyledi ve cellatlari icin af diledi(hakikaten o affi kimden diledi kendinden mi?)ardindan Hallac-i Mansur un idami gerceklestirildi.Sokratesten 1300 yil sonra tipki sokrates gibi oda öldurulmustu.O donemde siyaset ugruna infaz edildi 1000 yil sonra  halen daha siyasi dusunceler ugruna infaz ediliyor.(soz meclisten disari yanlis anlasilmasin)
    0 2
  • Cengiz Han Öncesi İç Asya

    -*- cengiz han'ın tarih sahnesine çıkışı -*-
    arkadaşlar, '' cengiz han'ın tarih sahnesi'ne çıkışı'' nın ikinci bölümü ( Birinci bölüm: Cengiz Han Öncesi Moğollar ) olan '' Cengiz Han öncesi İç Asya Panaroması '' adlı yazı ile 13. YY'a kadarki Asya Kıtasını size göstereceğim...
    • Tarihi süreç içinde 13. YY'a kadar İç Asya Panaroması •
    Cengiz Han'ın ortaya çıkışını hazırlayan sebepleri anlayabilmek için, zaman içinde geriye gitmek ve değişimlere İç Asya mikyasında göz atmak gerekmektedir. Kırgızların, 840 Yılında Uygurlar'ın bu günki Moğolistan Bölgesi'ndeki hakimiyetlerine son vermelerinden sonra uzun bir müddet İç Asya'nın kaderine büyük devletler yerine, irili ufaklı küçük devletler ve boylar hakim olmuştur.

    Ancak bu durum, Sadece iç asyaya özgü bir durum değildi. Doğu Asya'da Tang ( T'ang ) Hanedanı 905'te yıkılmış: Batı Asya'da da Abbasi Halifeleri 847'den itibaren artık eskisi gibi güçlü bir merkezi temsil etmemeye başlamışlardı.

    1258 yılına kadar devam edecek Abbasi Halifeliği daha çok Naiplerle idare edilmeye başlayacaktı. Ön ve Orta Asya'da Tolunoğulları, Akşitler, Samanoğulları gibi sülaleler de naiplikten, valilikten devlet kurmuş veya yönetimi ele almışlardır.

    İlk Müslüman Türk Devletleri de bu çerçevede İslam Ülkeleri'nden geçen ticaret yolları etrafında oluşmuşlardı. Doğu Asya'da ise Tang Sülalesi'nden sonra Kuzey Çine hakim olan Kitan/Kitaylar'ın Liao Sülalesi, Çin'de kurulan irili ufaklı sülalerden biriydi.

    Kaynaklarımıza göre Kitanların 1124'de yıkılmasında sonra, onların yerine kaynaklarımızda Altın Hanlar Çin ( Chin ) Sülalesi başa geçmiştir. Bu dönemlerde Güney Çin'de Sung Sülalesi, Kansu ve Ordos Bölgesi'nde de Türk, Moğol ve Tibetli unsurların bir karışımı olan Tangutlar bulunuyordu. 11-12. YY'a gelindiği zaman ise bunların kuzeyinde bir çok beylik ve boylar vardı. Bunların bir kısmı Türk kökenli, bir kısmı Moğol kökenli, bir kısmı ise her halde iki dilliydi.

    İşte 1206 yılında Cengiz Han adıyla başa geçen Temüçin ölümüne (1227) kadar Doğu Asya'dan Doğu Avrupaya bütün bu hakları kendi kurduğu idare altında birleştirmiş oldu. Böylece 9. YY'ın ortalarından beri irili ufaklı devletler tarafından idare edilmekte olan Asya, tek bir çatı altında toplanmış oluyordu.

    Bu büyük değişikliğe daha genel bir çerçeveden bakacak olursak, MÖ 200'lerde başlayan tarihsel dönem içinde Asya'nın özellikle Doğu'da zaman zaman büyük imparatorluklar devri yaşadığını, zaman zaman ise irili ufaklı devletlerle yönetildiğini görürü.

    Cengiz Han İmparatorluğu'nun orta çıkmasına kadar geçmiş olan 1400 yıllık tarihte iki büyük imparatorluk dönemi olmuştur: Bunların birincisi; MÖ 200-200'lere kadar süren, Kuzeyde Hunlar'ın güneyde Han sülalesinin hakim olduğu devirdir. İkincisi ise; Çin'de de önce Sui ( 589-618) sonra da Tang (618-905 ) sülalerinin, kuzeyde ise 552 Göktürklerle başlayıp, Uygurlar'ın 840'ta yıkılmasına dek süren dönemdir. Daha geniş bir çerçeve içinde düşünürsek birinci dönemde Avrupa, ön asya ve kuzey afrika'da Roma imparatorluğu ile Asya'da da Hunlar ve Hanlar idaresindeki büyük imparatorluklar: İkinci dönemde ise Avrupa orta çağlarda irili ufaklı feodal beylikler dönemine girmişken ön asya ve Kuzey Afrika'da da Emevi ve Abbasiler yönetimindeki imparatorluklar, Bizans İmparatorluğu, Doğuda Tang sülalesi ve kuzey asyada da Göktürk ve Uygurlar karşımıza çıkar.
    İmparatorluklardan oluşan bu evrensel nitelikteki dönemlerin arasında ise irili ufaklı politik yapı ve boylardan meydana gelen ara dönem vardır. Yukarıda sözü edildiği gibi son ara dönem 840'ta başlamıştı. 1206'da Cengiz Han idaresinde kurulan siyasi ve ekonomik yapı, Doğu Asya'dan Doğu Avrupa'ya ve sonra da Ön Asya'ya kadar yayılarak bu ara dönemlere son verilmiştir. 14. YY'da Moğol İmparatorluğu tamamen yıkıldıktan sonra bile bu ara dönemlere geri dönülmemiş, Asya daha çok bölgesel nitelikli İmparatorluklarca paylaşılmıştır.

    Tekrar 840 sonrasına ve beylik boylara dönecek olursak, 12. YY'da bunların bazılarının babadan oğula geçen sülaler şeklini almış olduğunu: bazılarının ise, bu türlü kalıtımsal yapılanmaya karşı çıkan boylar halinde yaşadıklarını görüyoruz.

    Türkçe konuşanların çoğunlukta olduğu beylik ve boyların sülale usulü örgütlenme daha sık görülürken, Moğolca konuşan ve dağınık olarak bu günki Moğolistan'ın doğu taraflarında ve eski Mançurya bölgesinde yaşayan boylar sülale usulüne karşı oldukları gibi kimi zaman bir boyu, bir değilde birkaç kişinin birden idare etmesini ve böylece katılımın daha yaygın olmasını yeğliyorlardı.

    İleride Cengiz Han adını alacak olan Temüçin'in bağlı olduğu bgruplar daha çok bu ikinci türden idi. Bunlara Moğolca '' nirun'' yani belkemiği veya arka deniliyordu. Gerçekten de yeni kurulan bu siyasi yapının belkemiğini oluşturuyorlardı. Ancak, her iki durumdan da memnun olmayanlar vardı. İşte bunların 12. YY'ın son çeyreğinde yavaş yavaş Temüçin etradında toplanmaya başladıklarını görüyoruz.

    Bu dönemleri bize ayrıntılı olarak anlatan '' Moğolların Gizli Tarihi '' adlı eserde Temüçin'e ilk katılan nöker ( arkadaş, yoldaş ) denilmektedir. Temüçin'e ilk katılanlar arasında çok değişik boylardan gelenler olduğu gibi, çok değişik yerlerden gelenler de vardı. Bugünkü Tuva Türkleri'nin ataları olan Uringhay boyu, en erken katılanlardı.

    Ayrıca, 1124'ten sonra Kuzey Çin'de hakim olan Altan Hanlardan memnun olmayan Kitanlar, ticaret için Doğu Asya taraflarına gelmiş Orta Asyalı Müslüman Türk, İranlı ve Arap kökenli tüccarlar, 12. YY'ın sonlarında Temüçin ile beraber düzeni değiştirmek isteyen kimselerdi.
    Evvelce Orta Asya'nın batısı ile ilişki kurman isteyen Kitan ve Uygurlara, Gazneli Mahmud olumsuz yanıt vermişti, ama 1124'ten sonra Orta Asya'daki hakim duruma geçen Budist Karahitayların idaresinde Müslüman olmayan tüccarlara Orta Asya'da ticaret yolu açılmıştı.Ancak, Karahitayların nihayette bir Orta Asya devleti olmaları, Müslüman tüccarlara Çin'in kapısını açmıyordu. Fakat, 13. YY'ın başlarında artık baskının yönü değişmişti ve bu nedenle Orta Asyalı Müslüman Tüccarlar, Çin ticaretinde rol almak istediklerini gösteriyorlardı.

    Nitekim imparatorluk kurulurken bu oluşumda rol alan tüccarlar '' ortak '' adıyla siyasete de ortak olmuşlardı. Hanların garargahları, o dönemin deyimiyle orada yürüyen şehirler, sonradan '' ordu pazar '' denilen pazarlarıda tüccarlar için yürüyen pazarlar niteliğinde idi.
    Tüccarların pazara gitmesi gerekmiyordu. İşte bu suretle ticaret yollarının yönü değiştirilmiş, yollarda güvenlik sağlanmış ve alanın da satanın da memnun olması için büyük çabalar harcanmıştı. Hatta damga vergisi almak için mühür, damga kullanan valilere damga basmalarından ötürü,
    Moğol daruğa Türkçe baskak denmiştir.

    Bütün bunlardan görüleceği gibi, Moğol İmparatorluğu'nda ticari vergiler önemli bir gelir kaynağı haline gelmişti. Bu konuya bu kadar önem verilmesinden dolayı, ticarete yönelik bu siyasete tarihçiler sonradan genelde '' Pax Mongalica '' yani Moğol Barışı adını vermişlerdi. Bu dönem içinde Moğol Barışı ile imparatorluk başkentine birçok seyyah gelmiş ve bize birbirinden ilginç raporlar bırakmışlardır.

    Tanrı Dağları'nın kuzeyinde ve güneyinde ticaretin akışını sağlama siyaseti güden Moğol Barışı, bu dağların güneyinde de , tarımsal alanlardan eski yapıyı bozmadan yararlanılmasına yolaçmıştır. Onun için fetihler sırasında yıkılan yerler yeniden tamir edilmiş ve özellikle su yollarının bakımına önem verilmiştir.

    Bu alanlar prenslere '' Ülüş '' ( pay, hisse ) olarak verilmemiş, onun yerine merkeze bağlı valilerle idare edilmiş ve gelirleri de böylece merkeze aktarılmıştır. Genel olarak bu yöredeki tarımsal üretim elden geldiğince korunmuşsa da, merkezi iradeye karşı olan Cengiz evladından bazıları, bu yörenin gelirinin merkeze aktarılmaya çalışılması karşısındaki memnuniyetsizliklerini, talan ve tahribat yoluyla belirtmişlerdir. Sonuçta, 1269'da bugünkü Kırgızistan'da Talas'da yapılan kurultayla tarımsal bölgelerin korunması kararı alınmıştır.

    ( Kaynak: Genel Türk Tarihi Ansiklopedisi, Cilt 5, Sayfa: 26-27-28
    0 2
  • My Lai Katliamı

    Bugün Amerika'nın ortadoğu'daki barış naralarını görünce sinirlenip kendimi yazmaktan alamadım.

    Tüm Dünya’da kendisini barışın sembolü olarak göstermeyi başaran, bıraksanız kendisine beyaz kanatlar takıp melek ilan edecek olan Amerika’nın, Vietnam’da yaptığı My Lai Katliamı’nı hatırlayanlarınız var mıdır?

    Hatırlamak pek mümkün değil tabi ki, ellerine aldıkları dünya medyası sayesinde ne bu katliamdan bahsedilir, ne de konu kendi yaptıklarına çekilir. Gündem hep aynıdır: “Amerika’nın işgal ettiği yer suçludur, suçlu olmasaydı Amerika oraya barışı, demokrasiyi götürmezdi”.

    Amerikan halkını bu olaylardan ayrı tutuyorum, vahşete boyun eğmeyen direnen nice insanlar vardı. Ki nitekim Vietnam’daki savaş da Amerikan vatandaşlarının bitmeyen ve daha da güçlenen protestoları sonunda sona erdirilmek zorunda kaldı. Problem savaş ekonomisi yönetip kendisini melek gibi gösteren insanlardaydı. Bu kadroya daha sonradan Irak’ı işgal edecek Buşt’un biri de dahil olacaktı.

    Gelelim My Lai Katliamına

    1954 yılında yüz yıllık egemenlikten sonra Fransa Vietnam’dan çekilmek zorunda kalmıştı. Fakat Fransa iktidara jet hızıyla Ho Chi Minh önderliğindeki Vietnam Komünist Partisi gelecekti. Bunu bilen ABD, bu gelişimin sonucunun Soğuk Savaş’ın dengesini değiştireceğini ve emperyalizme büyük bir darbe vuracağını biliyordu ve Fransa’nın güneye, Ho Chi Minh önderliğindeki ordunun da kuzeye kaydırılmasını öngören bir anlaşma imzalattı. Bu anlaşma gereğince 1956’da genel seçim yapılacaktı ve bu 2 sene boyunca Fransa ülkenin güneyini yönetmeye devam edecekti. Seçimin galibi de tüm ülkenin iktidarı olacaktı.

    Tabi ki bu seçimler yapıldığında oyların çoğunu Ho Chi Minh alacaktı. Bunu adı gibi bilen ABD de genel seçimleri bekletmeden Vietnam Savaşı’nı başlattı. Kendileri henüz bir sömürge kaybetmeye hazır değillerdi. Öte yandan kalay, kurşun, kauçuk, pirinç gibi ürünler ve ucuz iş gücü de Vietnam’ın en büyük avantajlarından dı. Vietnam, ABD için kaybedilecek bir ülke değildi.

    Amerika kendi ülkesinde yaşayan bir Vietnamlı olan Ngo Ding Diem’i Vietnam’a getirildi ve onu ülkenin lideri olarak atandı. Güneyde gerçekleştirdiği yoğun bir politik, ekonomik ve askeri müdahaleyle Güney Vietnam’da yeni bir devlet yarattı. Bu devlet daha sonra bu devleti Kuzey Vietnam’a saldırtmaya başladı.

    Komünist parti de buna karşılık vererek Güney’de gerilla hareketleri (NFL) örgütledi. Savaş iyice kızışmaya başlamıştı. Amerika Güney Vietnam’ın NFL ile başa çıkamayacağını anlayınca 1963’te savaşa direk müdahale edip Amerikan askerlerini Vietnam’a yığdı. Öylesine vahşice savaştılar ki daha Vietnam’a gireli 6 ay olmuşken “Gök Gürlemesi” adını verdikleri harekatla Kuzey Vietnam’ı bombalamaya başladılar. Tek başına bu harekâtta, Vietnam’a, İkinci Dünya Savaşı sırasında atılan tüm bombalardan daha fazla bomba atıldı. Irak’a kimyasal silah var diye giren Amerika, Vietnam’da kimyasal silah kullanmaktan çekinmiyecekti, hatta bu kimyasal silahlar daha sonra ülkenin bitki örtüsünün %10’unu kullanılamaz hale getirecekti. Napalm bombasında etkilenen çocuklar çaresice çırıl çıplak yollarda koşacaklardı, içten içe yanacaklardı.

    1963’te 23 bin olan Amerikan askerinin sayısı 1969’da 542.000’e ulaştı. Hala Vietnam’a boyun eğdiremiyorlardı. Halk artık boyun eğmekten bıkmıştı, herkes savaşıyordu.

    16 Mart 1968’de de Amerikalılar My Lai Katliamını gerçekleştirdiler.

    Bu katliamın özelliği, Amerika’nın 500’e yakın SİLAHSIZ sivili, katletmesidir. Yani açıkça savaş suçu işlemesidir.

    Adam Silverman ve Kristin Hill, “My Lai Katliamı: Bir Amerikan Trajedisi” adlı eserde My Lai Katliamını şöyle anlatmışlardır: “Amerikan askerleri, sığırlar, tavuklar, kuşlar ve daha da kötüsü siviller dahil olmak üzere hareket eden her şeye ateş ediyorlardı. Köylüler herhangi bir direniş göstermiyordu; fakat askerler kulübelere el bombası atmaya, emirler yağdırmaya ve herhangi bir ayrım gözetmeksizin öldürmeye devam ediyorlardı. Vahşet sabah boyunca devam etti. Bebekler öldürüldü, çocuklar vuruldu ve kadınlar vurulma tehdidi altında tecavüze uğradılar. Çok geçmeden 500 sivil ölmüş halde yerde yatıyordu. Fakat işleri bitmemişti… bundan sonra sıra köyün yakılmasındaydı. Cesetler, evler, erzaklar, yiyecekler; her şey yakılıyordu.”

    Amerikan halkı artık direnişi iyice arttırmışlardı. Ülkenin her yerinde protestolar düzenleniyordu. 2,5 milyon Amerikan askeri Vietnam’a gönderilmişti. Ölen onların çocuklarıydı, savaşa aktarılan para onların ödediği vergilerdi. İnsanlar kendi paralarıyla hem kendi çocuklarının hem de suçsuz Vietnamlıların katledilmesini istemiyordu. 24 Nisan 1971’de Amerika’da belki de ABD tarihinin en büyük politik gösterilerinden birisi gerçekleşmişti.. San Francisco’da 300 bin, Washington’da ise 500 – 750 bin arasında insan gösterilere katıldı.

    Gösteriler, iş bırakma, vergi ödememe, askere gitmeme gibi boyutlara ulaşınca 1975 yılında, 20 yıllık bir savaş sona erdi. Ve en sonunda emperyalizm Vietnam’dan atıldı. Vietnam’ı bölemediler. Buna karşı çıkan ise hem Amerika hem de Vietnam halklarıydı…

    Savaşta 2 milyon Vietnamlı sivil, 50 bin ise Amerikan askeri öldü. Kızılderililere soykırım uygulayan, Avrupa ile birlikte Afrika’yı köleleştiren, Vietnam’da bir medeniyeti katleden, kimyasal silahlar kullanan, sivilleri birer tavuk gibi vuran Amerika, bugün Ortadoğu’da da aynı politikayı güderken, her yerde barış görüşmeleri yapıyorsa bu tarihin tekerrür etmesinden başka bir şey değildir.

    Fakat bu sefer Amerika daha temkinkli. Amerika, Vietnam'daki sonucu tekrar yaşamamak için, Ortadoğu kıyımında halkın desteğine ihtiyaç duydu. Ve halkın Ortadoğu'daki yıkımı desteklemesi için İslami terör olgusunu yarattı. İkiz kulelerle başlayan İslami terör olgusu IŞİD gibi terör örgütleriyle daha da arttı. Özellikle Avrupa'da yaşanan patlamalar tüm dünya halklarının İslami terörü bir tehdit olarak algılamasını sağladı. Artık Ortadoğu'daki yıkımı "İslami teröre darbe vurmak" olarak algılayan büyük bir kesim var.

    Halkın desteğini de arkasına alan beyaz kanatlı melek Amerika, Ortadoğu'daki petrollerle veya büyük ortadoğu projesi gereğince böl-yönet stratejisiyle ilgilenmiyor, halkının refahı uğruna Ortadoğu'daki islami terörü bitiriyor. Helal olsun o Amerika'ya! Hızır gibi yetişti...

    Atakan BÜYÜKDAĞ

    Kaynak: http://atakanbuyukdag.com.tr/vietnam-savasi-my-lai-katliami/
    0 4
  • Josef Mengele

    Josef Mengele kimdir?

    Josef Mengele 16 Mart 1911’de Almanya’da doğmuştur. Babasının adı Karl Mengele’dir (1881-1959) Ayrıca Josef’in iki kardeşi vardır (Karl Mengele,1912-1974 ve Alois Mengele, 1914-1974) İlkokul, ortaokul ve lise de çok başarılı olan Josef bütün kasabanın ilgisini üzerine çekiyordu. Esmer ve kahverengi gözlü biri olması onu çok mutsuz ediyordu. Josef genellikle öğretmenleri tarafından sevilirdi ancak babasından şiddet gördüğü için gizemli ve sessiz bir çocuktu. Josef Münih’te Felsefe okumuştur. Fakat Josef Felsefe’yi bırakıp Frankurt Üniversitesi’nde Tıp, Antropoloji ve Genetik Bilim’i eğitimi almaya başladı. Josef 28 yaşında bu bölümler den doktorasını tamamlamıştır. Josef, o dönem çok önemli çalışmalara el atmış Dr. Otmar Freiherr von Verschuer’ın yanında asistandı. Bu dönemler arasın da Josef’in içinde hafif hafif anti-semitizm kıvılcımları ateşlenmişti. 1931 yılında, 20 yaşında olan Josef kendi kararıyla Stahlhelm (Çelik Kask) örgütüne katılmıştır. Anti-semitistler arasında da kısa bir sürede yükselmiştir. 1933, yani Adolf Hitler’in Şansölye olduğu yılda SA’ya üye olmuştur. 1937 yılında ise rotayı yükselterek NSDAP’a ( Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi) üye olmuştur. 1 yıl sonra yani 1938’de SS (Schutzstaffel) e üye olmuştur. Bunun üzerine Josef 6 ay hafif dağ komandosu eğitimi almıştır. Josef 1939'da Irene Schoenbein ile evlenmiştir ve bu evlilikten 1 oğlu olmuştur (Rolf Mengele) 1940 yılında Waffen-SS’in tıbbi birimlerin de yer almıştır. 3 sene sonra 1943 de Doğu Cephesin de Ruslar’a karşı savaşırken ciddi bir şekilde yaralandı. Josef bu olaydan sonra yüzbaşı rütbesine yükseldi ve ikinci sınıf demir haç aldı. Josef gönüllü olarak Auschwitz’e gitti ve orada 24 Mayıs 1943 tarihinde tıbbi sorumlu oldu. Josef artık o meşhur lakabını almıştı bile ‘Ölüm Meleği’ Auschwitz’e gelen trenlerden inen esirler Josef’in kararı ile hayatta kalıyordu. Fakat hayatta kalmak ise ayrı bir ölüm idi. Esirleri kendisi ayıklayıp, denek olmaları için seçerdi. Josef, şeytanın bile ayakta alkışlayacağı deneyleri için kobay seçerken çocuk veya yetişkin diye ayırt etmiyordu hatta özellikle çocukları seçiyordu. Josef’in en bilinen deneylerinden biri, SS askerlerinin acıya ve soğuya ne kadar dayanabildiğini anlamak için yaptığı deneydir. Deneyin amacı Atlantik’de denize düşen askerin kaç saat içerisinde öleceğini öğrenmektir. Çetin ve soğuk bir kış günün de içi buz dolu suya kobayı sokup, donmadan önce ne kadar süre yaşabildiğini test etmiştir. Josef kobaylar üzerinde yapılan operasyonlarını anestezi kullanmadan yapmıştır. Josef kaba bir tabirle insanları canlı bir biçim de kesip biçiyordu. Kobayların midelerini, bacaklarını neredeyse tüm organları, kobay tamamen uyanıkken ve hiçbir anestezi altında bırakılmamışken keserdi. Josef her ne kadar acımasız biri olsa da modern tıpa o acımasız deneyleri ile çok katkıları olmuştur. Josef tam bir ikiz takıntılısıydı ve en dehşet deneylerini kampa gelen ikiz çocuklar üzerinde yapıyordu. Josef kamptaki ikizleri diğer tutsaklardan ayırıp, onları ‘Egzotik Hayvan Bahçesi’ adını verdiği bir yerde tutardı. İkizler diğer tutsaklardan ayrı olarak, temiz kıyafetler giyerlerdi, ayrı yataklarda yatarlardı, hiçbir kamp görevlisinin şiddetine maruz kalamazlardı ve arada şekerleme tüketebilirledi. En azından ‘’Josef Amca’’ ları onları sever ve onlar ile ilgilenirdi. İkizler Josef’i iyi biri sanarlardı tabii üzerlerinde deneylerini uygulayacağı zamana dek. Josef, yapışık olmayan kardeşleri çok başarılı bir operasyon ile birleştirmiştir. Bazıları böyle bir şeyi yapmadığını iddia ederler ancak bunun düşünülmesi ve planlanması bile acımasız bir dahiliğe işarettir. Josef ikizlerin kanını farklı gruplardan olmasına rağmen birbirilerine enjekte etmiştir. Ortaya çıkan tepki ise şiddetli ağrı ve çok yüksek ateşdir. Aryan Irk düşüncesi için Josef kahverengi gözlülerin kalıcı olarak nasıl mavi gözlüye dönüştüreceleğini düşünüyordu. Çözümü ise kobaylara mavi mürekkep enjekte etmekte bulmuştur ancak çözümün çok yanlış olduğunu anlaması çok uzun sürmedi. Neredeyse bütün denekler çok büyük acılar çekerek görme yetilerini kaybettiler. Josef’in bir diğer acımasız deneyi ise çocukların hastalıklara ne kadar dayanacağıdır. Kobaylara hastalığın mikrobunu enjekte eden Josef çocukların ne kadar kısa sürede öldüklerini not etmiştir. Bu çocuklar çok kısa sürede acılar içerisinde ya can verdiler yada çok büyük kalıcı hasarlar aldılar. Josef’in en önemli ve tanınmış kobayları ise Ovitz kardeşlerdir. Bu kardeşler sahnelerde komedi gösterileri yaparak geçiniyorlardı. Peki onları diğer insanlardan ayıran özellikleri neydi? Onlar ‘Pseudoachondroplaise’ adlı hastalık dan muzdariptiler yani, boyları belirli bir yaştan sonra hiç uzamadı. Bu kardeşlerden beşi kızdı. Ölüm Meleği kardeşlerin Auschwitz ‘e gelmesine çok sevinmiştir çünkü gen bilimi ile ilgili deneylerinin en önemli kobaylarını bulmuştu. Josef, kardeşlerden litrelerce kan almıştır. Tabii ki üzerlerinde ırk araştırmalarını yapmayı unutmamıştır. Josef kardeşler ile arasını çok iyi tutuyordu. Tıpkı ikiz çocuklara yaptığı gibi onlara da özel bir yer ayırtmıştı ve onları sık sık ziyarete gidiyordu. Josef bir gün kardeşlerinin arasından en güzel olan bayana çok güzel olduğunu söylemiş ve kardeşlerden birinin bebeğine oyuncak hediye etmiştir. Kısacası insanlar onu ‘’Güler Yüzlü Katil’’ olarak tanımlıyorlardı. Josef'in eziyetleri sadece fiziksel değil psikolojiksel di de. Yolda tuttuğu yahudi kadınlara cinsel hayatları ile ilgili sorurlar sorardı. Josef tutsak annelerin bebeklerini emzirmemeleri için göğüslerini bant ile sarardı. Bir efsaneye göre trenden inen bir aile kampa girmemek için direnmiştir ve Josef ise o aileyi soğukkanlı bir şekilde alnından vurmuştur. Auschwitz’de yaşamayı başaranlar 27 Ocak 1945 tarihin Kızıl Ordu’nun saldırısı ile kurtulmuştur. Tabi ona kurtuluş denirse. Auschwitz’de ki rus kadınlar aynı milletten oldukları askerlerin şiddetine ve cinsel istismarlarına maruz kalmışlardır. Josef 17 Ocak 1945 tarihinde Kızıl Ordu’nun Almanya’ya girmesiyle kamptan kaçmıştır. Josef’in yardımcısı olan genetik bilimci Otmar Freiherr von Verschuer tüm dökümanları yok etmiştir. Doğduğu ve büyüdüğü köyde sahte bir kimlikle yaşadı. Çiftliklerde çalışarak geçindi. Josef tehlikeli rus bölgesine gidip önemli notlarını almıştı. Bu bölgeden döndükten sonra ise uzun süre Georg ile Maria Fischer adlı çiftin yanında çalıştı. Maria o günleri hiç unutmamıştır ; ‘ Sabah 6:30 da kalkardı. Güçlü ve kuvvetliydi ancak süt sağmayı bilmiyordu. Ortalığı temizler, ormanda çalışır ve ağaç keserdi.’ Josef bir süre sonra Arjantin’e kaçtı. Ailesinin de yanında gelmesini istemiştir ancak karısı bu fikri şiddetle reddetmiştir. Sağcı hükümet kaçan Nazi’ler ile iyi anlaşıyordu ve yakalanmamalarını sağlıyordu. Josef düzenli olarak günlük tutmaya başlamıştır. Josef karısından boşanıp, kardeşinin eski karısı olan Martha adında bir kadın ile evlenmiştir. Josef bu olaylar gelişirken sabah 9’dan 5’e kadar doktorluk yapıyordu. Fakat lisanssız doktorluk yaptığı ortaya çıkınca ve Almanya’da Josef’i yakalama kararı çıkınca 1959 Martın da Arjantin’den Brezilya Bertioga’ya kaçtı. Josef’in bu kadar rahat kaçmasını sebebi SS’lerin sırtlarına numaralarını dövme olarak yazmış olmalarıdır. Bu dövmeden Josef’de yoktu. Hala gerçek ismiyle yaşıyordu. Bu sıralarda yeni evlendiği karısı Martha bu tür hayattan hoşlanmadığını gerekçe tutarak Josef’den boşandı. Bu olaydan sonra Josef adını ‘ Peter Hochbichler’ olarak değiştirmiştir ve bir çiftlik de işe başlamıştır. Mossad Josef’in Brezilya’da olduğunu öğrendi ve onu aramak için yola koyuldu. 1972’de Josef hastalandı. Fazla stresten bıyığını kemirme alışkanlığı elde ettiği için o kadar çok kıl yutmuştur ki bağırsakların da kütle oluşmuştur. Sao Paolo’da bir hastane de sahte kimliğinde yaşı 47 olarak yazıyordu ancak 47 yaşında birine göre çok yaşlı gösteriyordu. 1976’da durumu kötüleşti ve doktor olarak kendi durumunu çok iyi anlıyordu. Josef yine ‘Don Pedro’ adlı bir hastaneye kaldırıldı. Oğlu Rolf Mengele’yi son kez görmek istedi. Oğlu ona yaptığı deneyleri sormuştur. Josef ise oğluna bunlardan hiç pişmanlık duymadığını söylemiştir. Oğlu ile 14 gün birlikte kaldı. Josef Mengele 7 Şubat 1979 Sao Paulo sahilin de deniz de iken inme geçirerek, boğularak hayatını kaybetmiştir. 31 Mayıs 1985’de Josef’in eski arkadaşı olan Hans Sedlmeyer’in evine yapılan baskında yazdığı birkaç mektup bulunmuştur. Bir hafta da kaldığı aile ve mezarı bulundu. Josef Mengele deneylerinden 2 bin, ayıklama işleminden ise 2 milyon kişinin ölümünden sorumludur.
    0 1
  • Franz Von Papen

    Dostlarım Merhabalar;

    Bugün Türkçe kaynaklarda Franz Von Papen hakkında ne bilgi var diye bir araştırmak istedim ve Google amcaya sordum Von Papen'i. Karşıma tabi ki Vikipedia çıktı. Ben de bir bakayım dedim. Gördüklerimden hemen sonra da bu başlığı açmaya karar verdim. Bilgiyi yazan vatandaşların Papen'i tanımadıkları hatta ne yaptığı hakkında fikirleri bile olmadığını anladım ve size Papen'den biraz bahsetmek istedim.

    Franz Von Papen, 29 Ekim 1879'da Almanya'da doğmuş soylu bir aileden gelen Alman vatandaşıdır. Çocukluğuna vs. değinmeyeceğim, Alman ordusunda çeşitli faaliyetlerde bulunduktan sonra 1913 yılında Amerika Birleşik Devletleri'deki Almanya konsolosluğuna askeri ateşe olarak gönderilince diplomatik hayatına başlamıştır. Burada Amerika, Meksika ilişkilerini izlemiş ve 1 yıl sonra 1. Dünya savaşı patlak verince de ilk başlarda tarafsız olan Amerika'nın dünya savaşına hangi safta katılacağını analiz etme ve Almanya'ya raporlama fırsatı olmuştur. Özellikle raporlarında Amerika'nın olağanüstü bir silah üretim kapasite olduğunu ve İtilaf Devletlerinin şimdiden büyük Amerikan silah üretim fabrikalarını kapattığını belirtmiş ve Amerika'yı yanına alanın savaşı kesinlikle kazanacağını da ifade etmiştir. Hatta burada bazı başarılara da imza atmış, atölyelere silah imal ettirerek, bir nevi yeraltı yapılanması yaratmıştır fakat bu da çok uzun sürememiştir. İtilaf devletlerinin Amerika'ya baskısı ve sabotaj iddiaları üzerine Papen de Almanya'ya dönmek zorunda kalmıştır. Ki aslına bakılırsa Amerika'nın İtilaf devletine yaptığı yardımları engellemek adına 2 adet de sabotaj girişiminde bulunmuştur fakat bunlar başarılı girişimler olmamıştır.
    Papen Almanya'ya gönderildikten sonra gerekli raporları iletmiş ve ardından Almanya tarafından Filistin Cephesi'ne Osmanlı ile birlikte savaşmaya gönderilmiştir. Burada bir birlik yöneten Papen, oldukça başarılı olmuş ve Mustafa Kemal Atatürk, Fevzi Çakmak gibi isimlerle beraber savaşmıştır. Almanya'ya döndükten sonra da siyasete atılmıştır.

    Merkez Parti'ye girmiş ve 1921'de 1932'ye kadar da Prusya parlamentosunun üyeliğini yapmıştır.
    Gelelim Versay sonrasına. Versay antlaşmasının ardından Almanya ödeyemeyeceği bir borcun altına sokulmuştu. Fransa ise açgözlü bir canavar gibi Almanya'nın savaş tazminatları diyor başka bir şey demiyordu. O dönemler Almanya'nın başında olan Şansölye Brüning Batılı devletlerle görüşmeler yapmak istemiş iyileştirmelere girmiş fakat ne halkın desteğini alabilmiş ne de itilaf devletlerine istediklerini yaptırabilmişti.
    Bunun üzerine Brüning istifaya zorlanmış ve dönemin Cumhurbaşkanı Mareşal Hindenburg, Ordunun başındaki isim General Kurt von Schleicher'i Papen'i Şansölyeliğe ikna etmesi için Papen ile konuşmaya göndermiştir. Schleicher de Papen'i Şansölyeliğe ikna edince Papen de istemeye istemeye de olsa Almanya'nın bu en kötü zamanlarında Şansölyeliği kabul etmiştir.

    Şansölye olur olmaz Lozan Konferansına katılan Papen, Almanya'nın Versay'dan doğan borçlarını 5 Milyar Marka kadar indirebilmiş fakat o çok istediği Fransız Alman ilişkilerini bir türlü iyileştirememiştir. Çünkü Papen, İtilaf devletlerinen Almanya için silahlanma ve ekonomik eşitlik isterken, Fransa, Almanya ile dost olmak yerine İngiltere'nin yanında durmayı tercih etmiş ve Para Para Para demiştir. Öte yandan o dönemde Fransa'nın başına yeni geçen Herriot hükümetinin de kendini kanıtlama isteğinden dolayı Lozan'da Almanların lehine bir karar vermek istememesi de etkendir.

    Hal böyle olunca Papen Almanya'ya halkın istediğini kazandıramamış ve tek kurtuluş olarak Naziler görülmeye başlanmıştır. Papen de Almanya'nın kurtuluşunun ancak ve ancak meclis birliği ile oluşacağını ve bu nedenle de çoğunluğu sağlaması gerektiğini anlayınca Hitler ile sık sık görüşmelere başlamış ve Hitler'i yanına çekmeye çalışmıştır. Fakat Hitler, asla tam güç kendisinde olmadığı sürece buna yanaşmamıştır.

    Hatta Papen'e "Sen geçici bir çözümsün, sen gideceksin ve ben geleceğim" demiştir.

    Hitler'in paramiliter gruplar üzerindeki etkisi artınca ve halk ayaklanmaya başlayınca Cumhurbaşkanı da tedirgin olmaya başlamıştır. Çünkü Versay'dan doğan askeri kısıtlamalar nedeniyle ülkenin ordusunun olası bir darbeyi veya grevleri engelleyecek gücü yoktur. Bunu göze alamayan Hindenburg da Papen'e "Ülkenin Nazi başkaldırışını kaldıracak bir gücü yok mecburen Hitler'e istediğini vereceğiz" demiş ama şunu da eklemiştir "Hitler'in asıl amacını anlamamız için seni Hitler'in yardımcısı yani Şansölye yardımcısı yapacağız" demiştir ve Papen de Hindeburg'u kırmamıştır.
    30 Ocak 1933'te Hitler kabinesi kurulmuş ve Papen de Şansölye yardımcısı olmuştur. Ta ki Uzun bıçaklar gecesine kadar sonra zaten Hitler'in asıl amacını anlayıp kabineden istifa etmiştir.

    Bugün Papen, Hitler'i başa getiren adam olarak bilinir. Ama bu külliyen yanlıştır.
    Hitler'i başa getirenler
    1) Birbirinden bağımsız paramiliter grupların Nazilere verdiği destek
    2) Ülkenin içerisinde bulunduğu ekonomik buhran
    3) Komünistlerin oluşturduğu aşırıcılık tehditini ancak ve ancak Hitler'in çözebileceğinin öngörülmesi
    4) Hitler'in Almanya'da birşeylerin ters gittiğini halka kabullendirmesidir.

    Papen, Hitler'i devrim yapmaması için kısıtlı sorumluluklarla ödüllendirmeye ve onu kontrol altında tutmaya çalışmış ama başaramamıştır. Bu nedenle Papen'i Hitler'i başa getiren adam olarak adlandırmak çok yanlıştır.
    0 4
  1. Yeni Konu Ekleme

    Bu alana yazacağınız yazı sizin konu başlığınız olacaktır. Eğer konunuz var ise listelenecek, eğer konunuz yok ise yeni konu ekleme sayfasına yönlendirileceksiniz. Konu başlığınızı yazdıktan sonra ileri butonuna yada enter butonuna basınız.

  2. Arama Butonu

    Arama butonuna basarak sayfaya yönlendirileceksiniz.