sotarih
tarih addicted
En Beğenilen Yazar Sırası
:
5
Toplam Başlık Sayısı
:
26
Toplam Puanı
:
264
Toplam Giri Sayısı
:
252
Bu Ayki Puanı
:
-3
En Aktif Yazar Sırası
:
5
  • Dünya Tarihi Oyunu

    Arkadaşlar sözlüğe yeni bir hava getirelim,yorumsal paylaşımlardan ziyade tarihi araştırmaya ve bilinmeyen eksik yanları ortaya çıkartacak grup çalışması yapalım..Mesela 1300-1400 yıllarından itibaren Dünya Devletlerinin o yüzyıl içerisindeki durumlarını ele alan ve bir harita ekleyerek görsel halde sorumluluk almak isteyen her yazar Dünyada herhangi bir ülkenin o zaman dilimindeki tarihsel sürecini bizimle paylaşsın,her dönem için Dünya Tarihi Oyunu 1300-1400 ,her dönem için bu şekilde başlık açalım...Böylece dönemsel olarak bir Dünya tarih derlemesi yapmış oluruz,hem de tarih seven arkadaşlar hep beraber bir güzel çalışma yapmış oluruz..Ne dersiniz ?
    0 0
  • Yabancı Samuray William Adams

    1600 yılında gemisi perişan bir halde Japon kıyılarına vardığında, Japonya’da çok az sayıdaki yabancıyı oluşturan misyoner rahipler Shogun İeayasu ' ya onun bir korsan olduğunu ve idam edilmesi gerektiğini söylediler. Ancak o bir şekilde Shogun’u zararsız olduğuna ikna etti. Çok geçmeden Shogun’un birçok konuda danıştığı biri oldu. Adams gemi yapımı ve denizcilik konusunda çok deneyimli biriydi. Japon donanmasına güçlü gemiler yaptı, ticarette de oldukça başarılıydı, İngiltere-Japonya arasındaki ticari ilişkiyi sağladı. Shogun bu maharetli adamı elinden kaçırmak istemedi,zira onunla beraber gelen mürettabatın tümü geri dönmüştü,fakat onun gidişine izin verilmedi.Başarıları karşılıksız kalmadı, önemli bir Japon ailesinin kızıyla evlendi. Geniş topraklar verildi ve iyi bir geliri vardı. Ama hepsinden önemlisi tarihte bir ilk gerçekleşti, bir yabancı (gaijin) olan William Adams samuray ünvanıyla ödüllendirildi. Adı Miura Anjin (三浦按針) oldu. Bugün bu İngiliz samuray için düzenlenen Anjin Festivali Japonya’da hala devam etmektedir. Hikayesi ülkemizde de gösterilen Shogun dizisinde anlatılmıştı.
    0 1
  • james watt

    Sanayi devriminin öncülerinden James Watt' ın hikayesi..

    Gemi işleten zengin bir baba ve kültürlü bir annenin oğlu olarak dünyaya gelen James; çocukken sık hastalandığı için okula devamlı gidememiş, evde annesi tarafından eğitilmiştir. 17 yaşında iken annesini kaybetmiş ve babasının işleri kötüleşmiştir. Londra'ya bir seneliğine ölçüm aletleri yapımını öğrenmeye giden Watt, Glasgow'a dönüp bu mesleği icra etmek istemişti. Fakat 7 sene çıraklık yapma zorunluluğundan, İskoçya'da başka bir ölçüm aletleri yapımcısı olmamasına rağmen, Demirciler Locası tarafından başvurusu reddedilmiştir.

    Watt bu durumdan, kendisine Glasgow Üniversitesi'nde atölye öneren profesörler tarafından kurtulmuş, fizikçi ve kimyacı olan profesör Joseph Black kendisine hocalık etmiştir. Atölyenin açılmasından 4 sene sonra Watt buhar gücü üzerinde çalışmaya başlamış daha önce hiç görmemiş olmasına rağmen bir prototip yapmaya çalışmıştı. 1765'de Thomas Newcomenın yaptığı bir model üzerinde uğraşarak buhar makinesini çalıştırmayı başardı. Thomas Newcomen buhar makinesini bulan kişidir James Watt ise sadece onu sanayi'de kullanılacak biçime çevirmiştir.

    1767'de kuzeni Margaret Miller ile evlenmiş ve 6 çocuk sahibi olmuştur.

    Tam kapsamlı bir buhar makinesi geliştirmeye çalışan Watt'a Carron Demir İşleri şirketinin kurucusu Joh Roebuck maddi olarak destek olmuştur. Hemen başarılı olmayan tasarım maddi sıkıntıya düşünce Watt 8 sene anketçilik yapmıştır. Roebuck iflas edince, Matthew Boulton patent haklarını satın almış ve Watt ile 25 yıl sürecek başarılı bir ortaklığa imza atmıştır.


    Birmingham Merkez Kütüphanesi önündeki Watt'a ait heykel
    Sonunda 1776'da başarı ile üretilen buhar makineleri ticarî olarak satılmaya başlamış ve çoğunlukla madenlerden suyu pompalamak için talep edilmiştir. Geniş kullanımı, Boulton'un önerisi ile ileri-geri hareketin Watt tarafından dönüş hareketine çevrilmesiyle başlamıştır. Sonraki 6 yıl içinde tasarımda çeşitli iyileştirmelerde bulunan Watt, gücü kontrol etmek için valf ve buhar basınç göstergesi eklemiştir. Bu gelişmeler ile Heathfield'in buhar makinesinden 5 kat daha verimli bir makine ortaya çıkmıştır.

    1794'te Boulton ve Watts şirketini kuran ortaklar, sadece buhar makinesi üretmeye yöneldiler. 1824'te şirket 1164 buhar makinesi üretmişti. Boulton başarılı bir iş adamı olduğunu kanıtladı ve her ikisi de zengin oldular.

    1800'de patent ve ortaklık sonra erince Watt emekliliğe çekilmiş; şirketi oğullarına devir etmişlerlerdir. Emekliliğinde değişik icatlara devam eden Watt, teleskop ile mesafe ölçümü, mektup kopyalama cihazı, yağ lâmbasında iyileştirmeler, buhar merdanesi ve heykel kopyalama cihazı geliştirmiştir.

    İkinci eşi ile Almanya, İskoçya ve Fransa'yı gezmiş ve Galler'de bir malikâne alarak restore etmiştir.

    Kaynak : http://tr.wikipedia.org/wiki/James_Watt
    0 1
  • Avrupanın İnteraktif Tarih Haritası

    Avrupa'nın günümüze kadar olan tarihi macerasını ve olaylarını zaman tüneli gibi izleyebilirsiniz..İngilizceniz var ise tarihi olaylar ve açıklamaları da var ..

    http://www.worldology.com/Europe/europe_history_md.htm
    0 0
  • lev tolstoy

    İlginç bir hayat hikayesi olan ünlü Rus yazar ..
    Zengin bir ailenin çocuğu olarak Rusya'nın Tula şehrindeki Yasnaya Polyana adlı konakta doğdu. Çok küçük yaşlarında önce annesini, sonra babasını kaybetti, yakınlarının elinde büyüdü. Çocukluğundan beri gerçekleri incelemeye karşı büyük bir ilgisi vardı. Öğrenimini tamamlamak için Moskova'ya gitti. Çalışkan zeki bir öğrenci olarak başarı ve sevgi kazandı. Fransızcasını ilerletmiş, Voltaire'i ve J. J. Rousseau'yu okumuş, bu iki yazarın kuvvetli etkisinde kalmıştı. Yasnaya-Polyana'ya döndü, yoksul köylüler arasına katıldı. İlk eseri olan "Çocukluğum"u bu sıralarda yazdı.

    Bir süre sonra orduya girdi; Kafkasya'ya gitti. Kafkas halkının yoksulluk dolu yaşayışlarını ele aldığı izlenimlerle ilk gerçekçi hikâyelerini yazdı. 1854'te Kırım savaşı'na subay olarak katıldı. Sonra askerlikten ayrılıp Petersburg'a gitti. Bir kısım eserlerini oldukça sakin geçirdiği o yıllarda yazdı. Yine de içinde, aradığını bulamayan bir ruh çalkalanıyordu. Batı Avrupa ülkelerinde uzun bir gezintiye çıktı. Almanya, Fransa ve İsviçre'de dolaştı. Yurduna dönüşünde yine Yasnaya-Polyana'ya yerleşti. Asalet ünvanlarından, lüksten sıkılıyordu. Köyünde bir okul kurdu. Bu okul, öğrenim ve eğitim bakımından yepyeni bir kurumdu. Huzura kavuştuğuna kanaat getirdikten sonra, 1862'de evlendi.

    Tolstoy evlendiğinde karısı Sophie Behrs 16 yaşında idi. Bu evlilik onun düzenli bir hayat özlemini giderecekti. Bu evlilikten 12 çocukları oldu; bu çocuklardan 5'i öldü. Eserlerinden en kuvvetli olan iki romanı "Savaş ve Barış" ile "Anna Karenina'yı" bu dönemde yazdı. Karısı, eserlerini yazmasında en büyük yardımcısıydı. Hatta "Savaş ve Barış"ın düzeltmelerini 12 kez yapıp yazmıştır. Aradan bir süre geçince yeniden, bu sefer eskilerden daha şiddetli bir moral çöküntüsüne uğradı. Geniş halk yığınlarının, özelikle Rus köylüsünün yoksul, perişan durumu onu çok üzüyordu. Bütün servetini köylülere dağıttı, her haliyle onlar gibi yaşamaya başladı. Kaba saba giyiniyor, giydiği her elbiseyi kendisi dikiyordu. Değişmeyen tek tarafı bıkıp usanmadan yazmasıydı. "Kroyçer Sonat", "Efendi ile Uşak", "Karanlıkların Gücü", "İman nedir", "İnciler", "Kilise ve Devlet", "İtiraflarım" hep bu yılların ürünleridir.

    Eserlerinde insanlığın çeşitli meselelerine değinen Tolstoy'un dünya ölçüsünde bir sanat ve fikir değeri vardır. Kendi ülkesinin toplumsal siyasal çalkantılarını, halkının yaradılışını, yaşayışını büyük bir ustalıkla yansıtmıştır. Gerçekçi edebiyatın en büyük temsilcilerinden olduğu kadar, bir filozof ve bir eğitimci olarak da ün kazanmıştı. Yukarıda sayılanların dışında "Diriliş", "Gençliğim", "Çocukluk", "Hacı Murat", "Ayaklanış", "Sergi Baba", "Tanrı Bizim İçimizdedir", "Kazaklar", "Tesadüf", "İki Süvari" gibi eserleri vardır.

    Tolstoy 82 yaşındayken, 1910 yılında öldü. Kış ortasında evini terk ettiğinde hasta düştükten sonra, Astapovo'da tren istasyonunda zatürre'den öldü. Polis, cenazesine katılmak isteyenlere ulaşımı sınırlandırmak için çalıştı, ama binlerce köylü cenazesinde sokakları doldurdular.

    82 yaşında vefat eden Tolstoy birçok kez büyük sıkıntılar yaşamıştır. Marksizm'den etkilenerek oluşturduğu mülkiyet konusundaki radikal fikirleri nedeniyle bütün servetini köylülere dağıttı, her haliyle onlar gibi yaşamaya başladı. Bu sebeple ailesiyle arası açıldı. Hıristiyan anarşizmini geliştirmeye çalıştığı "Tanrının Egemenliği İçinizdedir" kitabıyla yeni bir Hristiyanlık akımı tanımlaması, Ortodoks Kilisesi tarafından aforoz edilmesine sebep oldu. Tolstoy, ömrünün son yıllarını büsbütün derbeder bir şekilde geçirdikten sonra, bir küskünlük sonucunda, evini bırakıp yollara düştü. Astapovo tren istasyonunda ölü olarak bulundu. Ölümüne zatürrenin sebep olduğu bilinmektedir. Hayatı boyunca yaşamın nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalıştı. Eserlerinde bunu eksiksiz olarak yansıtmayı hedef edinmiş en büyük Rus yazarlarından birisi olarak edebiyat ve dünya tarihindeki yerini aldı.[1]

    Kaynak : http://tr.wikipedia.org/wiki/Lev_Tolstoy
    0 1
  • Dünya Tarihi Devletler

    Değerli arkadaşlar 100 yıllık periyotlar halinde yazmamız özellikle diğer devletlerin tarihi açısından kısıtlı olacak,genellikle türkçe aramalarda detay malesef pek yok..Bu yüzden büyük devletlerin çok uzun olmayan ama fikir sahibi yapacak kadar bir tarihi listesini yapmamız kanımca daha iyi olacak..İlk seriyi ben başlatıyorum @insearchofsunrise @bosveryaaa @Enigma @dunyasavaslarigazisi @bjornzkan @drwail ..ABD tarihi insearchofsunrice yazarımızındır.Diğer devletler ilginizi bekler ,teşekkürler..

    Fransız Tarihi

    M.Ö. birinci yüzyıla kadar Fransa hakkında pek az bilgi vardır. O zamanlar bu ülkeye Gallia ismi verilirdi. Galliada, Galluslar,
    Keltler ve şimdiki Gaskonyanın Boskları yaşarlardı. Gallia kabile başkanları tarafından idare edilirken M.Ö. 51-58 yılları arasında
    Caesar tarafından fethedilmiş ve 500 yıl Roma idaresinde kalmıştır. Romanın tesiriyle yeni bir Gallia-Roma medeniyeti doğmuş,
    Hıristiyanlık da hızla yayılmıştır. Beşinci yüzyıl başlarında Germen boyları Romayı istilaya başlayınca Galliaya da gelmişlerdir. Galliaya ilk gelen Germen boyları Vizigotlar, Franklar ve Burgundlardır. Roma İmparatorluğunun ortadan kalkma tarihi olan 476dan on sene sonra, yani 486'da Clovis idaresindeki Franklar, Gallianın son Roma varisi Syagrrusun kuvvetlerini Sorssunsda bozguna uğratmışlar ve Clovis, Frankların kralı olmuştur. Clovis, daha sonra Güney Galliayı Vizigotlardan almış ve 496 yılında Almanyaya hakim olarak Merovenj sülalesini kurmuştur. Ölümünden önce topraklarını oğulları arasında paylaştırdığı için, ölümünden sonra bir daha birlik sağlanamamış, yıllarca kardeş kavgaları devam etmiştir.

    Merovenj krallarının zalimane ve sefih bir hayat sürerek birbirleriyle sürdürdükleri mücadele, Gallia ülkesini fakir, harap bir hale getirmiştir. Merovenj kralları adına ülkeyi idareye başlayan Caroling sülalesinden Karl Martel, Franklarda tekrar bütünlüğü sağlamış, hatta İspanyada devlet kurmuş olan Emevilerin bir ordusuyla 732 yılında Poitiers-touıs arasında yaptığı savaşı kazanmıştır. Oğlu olan Bodur Péppin, son Merovenj kralını tahtından indirerek kendini 751'de kral ilan etti. Papa tarafından da kral olarak takdis edildi. Oğlu Büyük Karl zamanında ülke toprak olarak genişledi. Oğlu olan Birinci Ludvige gelişmiş, büyümüş bir Fransa ile Almanya bırakmıştır. Birinci Ludvigin ölümü ile ülke üçe bölündü. 843 yılında üç kardeş Verdun Antlaşması ile ülkeyi taksim ettiler. Ülke kendini meydana getiren üç millete (Fransız, İtalyan ve Alman) birer papa düşecek şekilde bölündü. Bugünkü Fransa, Dazlak İkinci Charles (Kel Şarl)'ın payına düşen kısımdadır. Ülkeye Francie (Fransa) ismi bu zamanda verildi.

    Bundan beş asır sonra 1337de İngiltere Kralı Üçüncü Edwardın Fransa tahtında hak iddiası ile ülkenin bir kısmını işgal etmesi bu iki ülke arasında "100 Yıl Savaşları" adı verilen uzun süreli bir harbin meydana gelmesine sebep oldu. Bu savaşlar 1420 senesinde Fransanın kendi topraklarını kurtarması, İngilterenin ise iddia ettiği hakkını alamaması ile nihayet buldu. Bu zamandan sonra 1422de başa geçen yedinci Charles, ülkeyi kuvvetlendirmek için çalışmalarda bulundu. Daha sonraları 1498 senesinden 1547 senesine kadar ülkeye hükmeden On İkinci Louis ve Birinci François zamanında ülke, Almanya ve İtalya ile her seferinde aleyhinde neticelenen uzun süreli savaşlara girdi.

    On altıncı asırda, her geçen gün bozulan Hıristiyanlık dininin daha değişik ve bozuk mezhebi olan Protestanlık, Fransada yayılmaya başladı. Yeniçağda ortaçağ zihniyetinin hakim olduğu asiller ve avamlar şeklinde insanların hürriyet ve haklarının son derece sınırlı olduğu bir sosyal yapıya sahip olan Fransada kilise ve kral, 1572de ülkede büyük bir Protestan katliamına girişti. 1600lü yıllardan itibaren ülkede sömürgecilik zihniyeti yoğunlaştı. Dünyanın çeşitli yerlerinde ülkeleri kendi refah ve rahatları için insanlık dışı muamelelerle sömürmeye başladılar. On yedinci yüzyılın sonlarında diğer Avrupa devletlerinden İspanya, Hollanda ve İngiltere ile uzun süreli savaşlara giren Fransada daha sonra 1774'te, Kral Onaltıncı Louis zamanında, sonu tarihte çok meşhur olan, yakınçağın başlangıcı kabul edilen 1789daki ihtilalle neticelenen iç karışıklıklar yoğunlaştı. 14 Temmuz 1789'da Paris halkı, kral ve asillere karşı ayaklandı. Siyasi mahkumların bulunduğu Bastılle Hapishanesini basan isyancılar, buradaki mahkumları serbest bıraktılar. Kral devrilerek bir ay sonra meclis "Vatandaş ve İnsan Hakları Beyannamesi"ni yayınladı.

    Bu hadisenin devamı olarak 1797 senesinin Eylül ayında ülkede Cumhuriyet ilan edildi. Fransada bu yeni siyasi değişiklik, komşu devletleri telaşa düşürdü. Bunlardan İngiltere başta olmak üzere toplam beş ülke ile savaşmak zorunda kaldı. Ülkedeki yeni yönetime geçilmesi üzerinden fazla bir zaman geçmeden 1799da başa geçen General Napolyon Bonapart, ülke idaresinde tek söz sahibi olan kişi durumuna geldi. Bunun neticesi olarak da 1804te kendisini Fransa İmparatoru ilan etti.

    Napolyon Bonapart, kuvvetli bir ordu teşkil ederek dünya hakimiyetini ele geçirmek için İngilizlere ve Avrupanın çeşitli yerlerine aralıksız seferler düzenledi. Osmanlılara karşı Mısırda Akka Kalesinde yapılan savaşta büyük bir hezimete uğrayan Bonapart, kendisini tekrar toparladıktan sonra 1812de 500.000 kişilik düzenli bir ordusu ile bu sefer de Rusya üzerine yürüdü. Fransadan Moskovaya kadar ilerleyen Napolyon, kazandığı zaferlerini Moskovanın soğuğuna kaptırdı. Fransızların alışamadığı soğuk havada Rusların küçük saldırılarından çok perişan oldu. Moskovayı işgal eden zamanının en büyük ordusu, perişan bir vaziyette geri çekilmeye başladı. Fransaya ordunun ancak % 15i dönebildi.

    1812 yılı sonlarında Parise dönen Napolyonun elinde İmparatorluğunu ayakta tutacak düzenli bir ordusu kalmamıştı. Hemen yeni bir ordu kurulması hazırlıklarına başladı. Napolyonu toparlanmadan bastırmayı planlayan Avrupa devletleri, bir ittifak kurdular. Rusya, Prusya, İngiltere, İsveç ve Alman devletleri bu ittifaka katıldılar. Bu durum üzerine Napolyon hazırladığı ordusu ile Almanyaya girdi. Rus ve Prusya ordularını arka arkaya iki defa yendikten sonra Saksonyayı işgal etti. Elinde yeteri kadar kuvvet bulunmadığından ateşkes antlaşması yaptı. 1813 yılında ateşkes bozularak savaş yeniden başladı. İttifak devletlerinin orduları 19 Ekim 1813 tarihinde yapılan Leibzig Savaşında Napolyonu yendiler. Bu mağlubiyet üzerine Napolyon çekilmeye başladı; ittifak devletleri ilerlemeye devam ettiler. 30 Mart 1814te Parise girdiler. Bu gelişmeler karşısında Fransız halkı Napolyonun aleyhine döndü. Fransız Senatosu Napolyonu imparatorluktan istifaya çağırdı. Bunun üzerine Napolyon tahttan çekildi. 20 Nisan 1814te Elbe Adasına sürüldü. Bundan sonra krallık tekrar kurularak, tahta Onsekizinci Louis getirildi. Bir ara Napolyon tekrar idareyi ele aldı. 1815teki Waterloo Savaşını kaybetmesiyle 100 günlük saltanatı tekrar sona erdi. Amerikaya gitmek isterken, İngilizlere teslim oldu. Tahta tekrar Onsekizinci Louis geçti (1814-1824). Krallık idaresi 1848 yılına kadar devam etti.

    1848'den 1852'ye kadar süren bir Cumhuriyet idaresi tesis edildi. Almanyaya karşı 1870'te Fransanın açtığı savaş, hezimet ve ağır şartlar ihtiva eden bir antlaşma ile son buldu. Savaş sonunda 1871'de Cumhuriyet üçüncü defa ilan edildi. Yeni rejim Asya ve Afrikadaki sömürgelerine daha insafsızca muamele etmek suretiyle savaş tazminatı borçlarını çok kısa bir sürede ödedi.
    Birinci Dünya Savaşına İngiltere ve Rusyanın müttefiki olarak girdi. Bağlı bulunduğu ittifakın savaştan galip çıkmasına rağmen Fransa kendi bünyesinde çok büyük zarar gördü. İkinci Dünya Savaşında da İngiltere, Rusya ve Amerika safında yer alan Fransa, harbin başında Almanya tarafından işgal edilmiş fakat harbi müttefikler kazanınca işgalden kurtulmuştur. 1946 yılında, dördüncü defa cumhuriyet ilanından sonra savaş masraflarıyla çok bozulan mali durum, Amerikan yardımlarıyle düzeltilebilmiştir.

    Fransa içte ve dışta güçlenmeye çalışırken denizaşırı sömürgelerini yavaş yavaş kaybetmeye başladı. Önce Suriye ve Lübnan, sonra Çin hindi, Tunus ve Fas bağımsızlıklarını kazandılar. Bu sömürgelerinin elden gitmesinin hemen akabinde, Cezayir de bağımsızlık için ayaklanınca, bu ülkede uzun zamandır yaşayan Fransızların çokluğu bütün Fransayı harekete getirmiş, 1958 yılında ordu bir darbe yaparak on iki yıldır iktidardan uzak kalan General de Gaulleü geniş yetkilerle göreve çağırmıştır. De Gaulleün halk oyuna sunduğu anayasa ile beşinci cumhuriyet kurulmuştur. De Gaulle, Fransa tarihinde en fazla başkanlıkta kalan kimse olarak 11 yıl ülkeyi idare etmiş, içte ve dışta Fransayı parlak bir duruma getirmiş, fakat Cezayirin bağımsızlık kazanmasına engel olamamıştır. 1968 yılı Mayısında başlayan öğrenci-işçi hareketleri aynı yıl bastırdı, fakat De Gaulle 1969 Nisanındaki halk oylamasında görevinden ayrılmak mecburiyetinde kaldı.

    1969 Haziranında yapılan seçimler sonunda Cumhurbaşkanlığına Pompidou geldi. Pompidou da bir müddet De Gaulle'ün politikasını devam ettirdi. 1972 yılında Pompidou, De Gaulle'ün politikasını değiştirerek İngilterede Ortak Pazara (AET) girme müzakerelerine başladı ve 1973 başında Fransa AET'nin bir üyesi oldu. 1974 Nisanında Pompidounun ölümü üzerine Bağımsız Cumhuriyetçi Partiden Giscard dEstaing, Sosyalist François Mitterandı yenerek başa geçti. 10 Mayıs 1981'de yapılan seçimlerde, Sosyalist Mitterand Cumhurbaşkanı oldu. Mitterand 5 önemli endüstri dalını ve önemli özel bankaları devletleştirdi. 1988 seçimlerini tekrar Mitterand kazandı..
    0 2
  • Korkunç İvan

    Doğal kaynaklar, dünya ekonomisinin değişiminde altından daha önemli olacaktı.Belki de bunun en dramatik örneği Rusya'dır. 1570 yılında, Avrupa'nın kıyısında yoksul bir ileri karakoldu.Bugün Rusya, dünyanın açık ara en büyük ülkesidir.Büyük bölümü, göz alabildiğine uzanan geniş ormanları,ve bir tanesi "Sib Ir" yani "Uyuyan Toprak '' olarak bilinen dağlarıyla Sibirya'dır.Sibirya'da dünyaya gözlerini açan bir adam modern Rusya'yı kuran adamdır.Ivan Grozny. (Korkunç İvan).. Çar İvan bir ikilem içerisindeydi.Sadece basit tarımla uğraşan ve birkaç doğal kaynağı bulunan ülkesini nasıl Avrupa ayarında önemli bir güç haline getirebilirdi.Cevap Ormanlarda saklıydı, Kürk..1550' lerden sonra Dünya sıcaklığı önemli ölçüde düşmeye başladı.Bu dönemi Küçük Buz Çağı olarak adlandırıyoruz. Thames nehrinin donmaya başladığı ,İzlanda'nın deniz tarafından zaman zaman Dünya' nın geri kalanından ayrıldığı, İspanya ve Portekiz' de yoğun kar yağışlarının yaşandığı dönemdir.Modern mefruşattan önce kürk giymek vücudu sıcak tutmak için başvurulan yöntemlerden bir tanesiydi..Zenginleştikçe daha kaliteli kürkler giyebiliyordunuz. İvan özel girişimciliğe başladı. Stroganov'lar adındaki ticaretle uğraşan büyük iş adamlarını çağırdı.İvan onlara Moskova'nın kuzey ve güneyindeki ormanları kullanma ayrıcalığı verdi. O zaman Strogonavlar bir kısım özel yüklenici kiraladılar. Yermak adındaki bir Kazak tarafından idare edilen paralı askerler..Yermak için kürk elde etmede en hızlı yol onu basitçe yerli avcılardan almaktı. Yermak direkt olarak Cengiz Han' ın soyundan gelen Sibirya Han' ı Küçüm tarafından yönetilen uzaktaki doğu topraklarına saldırdı. Küçüm Han' ın adamlarının çoğu halen oklar,yaylar,mızraklar ve kılıçlar taşıyordu.Yermak 'ın adamları modern tüfeklere sahipti.Küçüm Han ' ın adamlarından bazıları böyle bir silahı daha önce hiç görmemişti.Silahlar Avrupalılara Güney Amerika'da olduğu gibi kesin olarak zaferi verdi.Ama Sibirya Han' ı ormana kaçtı.Yermak bu topraklarda Rusya adına hak iddia etti ve 5200 en iyi Sibirya kürkünden oluşan hediyeyi Korkunç İvan' a gönderdi.İvan bu kürkleri gördüğünde her şeyin değiştiğinin farkına varmış olmalı..Moskova yakınlarındaki kürklü hayvanların çoğu çok önceden tarih olmuştu..Fakat Sibirya bir kürk bolluğu sunuyordu.Örneğin bir kara tilki kürkü ağırlığınca altından daha değerliydi ve Sibirya' nın kürkleri sınırsızdı..Sınırsız ticaret zenginliği sınırsız güç demekti..Yermak' a teşekkür etmek için İvan ona bir savaş zırhı hediye etti ve Sibirya Prensi ünvanı verdi. Yermak, iki yıl boyunca yabanın içine,daha derinlere saldırdı.Ruslar bitkindi ve yiyecek kıtlığı çekiyordu.5 Ağustos 1584 tarihinin gecesi Yermak İrtiş Nehri kıyısına kamp kurdu.Fakat Küçüm Han Rusların her adımını izliyordu.Yermak' ın kaçmak için nehre daldığı söylenir ama ağır zırhı onu dibe çekti. Yermak , İvan' ın kendisine hediye ettiği zırh yüzünden boğuldu.Küçüm Han' ın zaferleri kısa ömürlü olacaktı.Rus yerleşimcilerden ve çapulculardan oluşan durmak bilmez bir topluluk Yermak' ı Sibirya' ya kadar izleyecekti.Ruslar sadece 60 yılda tüm Asya boyunca Pasifik Okyanusu'nun sonuna kadar 6500 km ilerlediler..Sibirya artık Rus' tu..Sibirya'sız bir modern Rusya düşünmek olanaksızdı , Bir diğer Doğu Avrupa ülkesi olacaktı.Zenginliğe gelecek olursak Rusya' nın gaz ve kömür rezervlerinin % 80 'i ,petrol rezervlerinin % 90 ' ı Sibirya' dan karşılanıyordu.
    Rusyanın modern gücünün üssü..Korkunç İvan ve Rusya' yı Rusya yapan bir Sibirya...
    0 3
  • Osmanlı Devleti'nde Bir Venezuellalı Komutan

    Osmanlı Devleti'nde Bir Venezuellalı Komutan..
    Rafael de Nogales Méndez
    1914 eylülünde, I. Dünya Savaşı'nın çıkmasını takiben Avrupa'ya gitti. Başarısızlıkla sonuçlanan Belçika ve Fransa adına savaşma isteklerinin ardından Bulgaristan'da Alman Ataşemiliteri Binbaşı Colmar von der Goltz ile aynı ülke nezdindeki Osmanlı Ortaelçisi Fethi Bey'in girişimleri sonucunda, yabancı askerî uzman olarak 1915'in ocak ayında İstanbul'a geldi. Şubat ayında 3. Ordu'ya atanan Nogales, 12 Şubat 1915'te Doğu Cephesi'nde savaşmak üzere yola çıktı. 1915'in nisan ile mayıs aylarında gerçekleşen Van İsyanı sırasında, bölgedeki jandarma birimlerine atandı. 1917'den itibaren görev yaptığı Sina ve Filistin Cephesi'nde, 3. Süvari Tümeni'nin emrine verildi. Osmanlı Ordusu'nda 1919 yılına kadar önce yüzbaşı, sonraları ise binbaşı olarak görev yaparken; kendisine Colmar von der Goltz tarafından Harp Madalyası, Müşir Abdullah Paşa tarafından ise Kılıçlı Mecidi Nişanı verildi.Ayrıca kendisine Alman İmparatoru Kaiser II. Wilhelm tarafından Demir Haç madalyası verildi.
    0 1
  • Simo Hayha

    Dünya tarihinin en iyi ve en ölümcül keskin nişancısı olarak bilinen Simo Hayha, Rusya’ya kan kusturdu. Finlandiya-Rusya sınırında bir köyde dünyaya gelen Hayha Finlandiya ordusuna katıldı ve Finlerin en büyük askeri kahramanı oldu. 1939-40 yıllarında Rusya ile yapılan Kış Savaşı’nda 705 onaylanmış Rus’u öldürerek Dünya tarihine geçti. Hayha, ‘Beyaz Ölüm’ lakabıyla biliniyordu.
    0 0
  • tiftik keçisi

    Başlığa bakınca aslında tarihle hiç ilgisi olmayan bir başlık olarak gözükse de aslında bir imparatorluğun gelişimini ekonomisini derinden etkileyen bir başlık olduğunu sanırım birçok tarihsever bilmez...
    Çünkü 1951 den sonra ülkemizde öğretilen tarih kitaplarından tarih ile ekonominin bağları silinmiştir.Genellikle kahramanlık hikayeleri anlatılır..Nitekim bunun yansıması da tarihte şöyle anlatılır kısaca coğrafi keşiflerden sonra ticaret yollarının rotasının değişmesiyle ,Kanuniden sonra fetihlerin durmasıyla Osmanlı İmparatorluğu duraklama,gerileme ve yıkılmaya doğru gider..
    Aslında tarih boyunca üretim yapmayan milletler her daim bir başka milletin boyunduruğu altına girmiştir.Ticaret yolları şimdi enerji nakil hatlarına dönüşmüş vaziyette bir bakıma.. Ama Türkiye hiç de müthiş bir durumda değil ,niye Osmanlı o dönemde böylesine haşmetli olsun ki , ticaret yollarından vergi alan devlet mi yoksa üretim yapıp bunu satan devlet mi daha karlı olur ?
    Osmanlı Devletinde tekstil ve dokuma dönemine göre ileridedir. İngiltere kralı Osmanlı Devletindeki tekstil ve dokuma ile ilgili bilgiler toplamak için casuslar dahi göndermiştir. 250 yıllık bir süreçtir bu.. Detayları için Cengiz Özakıncı 'nın Türkiyenin Siyasi İntiharı - Yeni Osmanlı Tuzağı kitabında bulabilirsiniz.. Sonunda Sanayi Devrimi ve Güney Afrikada Tiftik Keçisinin yaşayabileceği bir alan bulmasıyla İngilizler, Osmanlı'nın bu üstünlüğü sona erer..Kitabı okumanızı şiddetle tavsiye ederim...
    0 0
  • afyon savaşı

    19.yüzyılda çin, yozlaşmış mançu hanedanının ve bürokrasinin elinde büyük bir çöküş yaşamaktaydı. en büyük sorun ingiliz emperyalizminin yerel yöneticileri satın alarak çin ticaretinde dilediğince at oynatmasıydı. hindistanda üslenen ingiliz tacirleri çin'e hint afyonu götürüp karşılığında çay ve gümüş aldıklari çok karlı bir çark kurmuşlardı. fakat bu zehir ticareti sonucunda onbinlerce çinli afyon müptelası olmuş, hayatları sönmüştü. halkını kanser gibi kemiren bu rezil ticaretin bir türlü engellenememesi üzerine çin imparatorunun sabrı en sonunda taştı. imparator en güvendiği memurlarından biri olan lin-tse-hsü'yü, bu ticaretin merkezi olan canton yöresine müfettiş olarak gönderdi. hsü yaptığı incelemelerde neredeyse tüm yerel memur ve yöneticilerin ingilizlerden rüşvet, afyon ticaretinden de pay aldığını gördü. hemen bir bürokrat temizliğine başlandı. ancak hsü, canton limanındaki afyon yüklü ingiliz gemilerine el koymaya kalkışınca kıyamet koptu. ticaretinin baltalanmasından hiç memnun kalmayan ingiltere zaten kavga aramaktaydı. bu olay istedikleri bahaneyi sağlamış oldu. 1839 yılında ingiltere çin'e savaş ilan etti.

    buharlı savaş gemileri ve modern tüfeklerle sılahlı ingilizlere karşı çinliler kahramanca direndiyseler de başarılı olamadılar. ingiliz güçleri canton'u işgal etti, buharlı ganbotlar sarı ırmağa girerek hayati pirinç trafiğini kestiler. en sonunda ingilizler pekin'e çok kısa bir mesafedeki tientsin limanına asker çıkarınca çinliler yenilgiyi kabul etmek zorunda kaldı. 1842 de imzalanan nanking anlaşması çin'i stratejik hong kong limanını ingiltereye "99 yıllığına kiralamaya" ve afyon ticaretini serbest bırakmaya zorladı. çin ulusunun tarihindeki bu en aşağılayıcı yenilgi sadece çin ekonomisini çökertmekle kalmadı, hanedanın halk nezdinde zaten azalmış olan prestijini sıfıra indirerek tam 2 milyon kişinin hayatını kaybettiği 1856-66 taiping isyanı'na da zemin hazırlamış oldu.

    Ve bu savaşta tarihin demirden yapılmış (ancak zırhlı değil) ilk savaş gemisi olan ingiliz doğu hindistan şirketi donamasının "nemesis" adlı yandan çarklı ganbotu da bu savaşta kullanılmıştır.
    0 1
  • Abbas İbn Firnas

    Hezarfen Ahmet Çelebi' den yıllar önce ilk başarılı uçuşu gerçekleştiren Endülüs İspanyasında yaşamış mucit,fizikçi,mühendis,şair,müzisyen ,uçusu sırasında kuyruk dizaynı eksik olduğu için inişi kontrol edememiş ve kaza geçirmiş yıllar boyunca bu bel ağrısıyla yaşamıştır.

    İbn Firnas'da birçok alanda çalıştı, kimya, fizik, astronomi okudu. Astronomi tabloları hazırladı, şiir yazdı, el-Makata adlı saati tasarladı.

    Kaya kristallerini kesme yöntemini geliştirdi. O zamana kadar sadece Mısırlılar kristal kesmeyi biliyordu. Bundan sonra, İspanya Mısır'dan kuartz ihracını bıraktı.

    Güneş ve gezegenleri hareket halinde gösteren bir Plenatarium da yapmıştı. Bilgin bu cihazla yıldızlarla birlikte bulutu ve şimşekleri de inceliyordu.

    Ünlü bilgin ayrıca kendisine has metodlarla bir kısım taşlardan mükemmel cam imal etme usûlünü keşfetmiş, cam sanayiinin de öncüsü olmuştu.

    Ayrıca düzeltme kabiliyeti olan camı keşfederek gözlüğün mucidi olduğu kabul edilir.

    Bilgin İbn-i Firnas'ın aynı zamanda İslâm musıkîsinin İspanya'da topluma mal edilmesini sağlamıştır.

    Libya'da onun onuruna posta pulu basıldı. Irak'ta Bağdat Uluslararası Havaalanı'nda onun anısına bir heykel dikildi. Bağdat'ın kuzeyinde İbn Firnas Havaalanı'na onun adı verildi. Ay üzerinde güneybatıda King ve Ostwald Kraterlerine yakın bir yerde 89 km çapındaki bir kraterin adı Abbas Ibn Firnas Krateri diye isimlendirildi.
    0 1
  • Kut-ül Ammare Muharebesi

    0 0
  • Osmanlıdan Günümüze Elektrik ,Enerji Üzerine

    Bildiğiniz üzere Sanayi devriminden bu yana enerji ülkelerin gücü açısından önemli bir faktör, gelin Osmanlıdan bu yana enerjinin ülkemizdeki gelişimi üzerine bu güzel yazıyı okuyalım..

    OSMANLI DEVLETİNDE ELEKTRİK
    Hazırlayan: Ahmet AKTEPE Elektronik Müh. İKOBİD Bşk. 07 Şubat 2012
    1856 yılına kadar Osmanlı Devleti’nde; Başta payitaht İstanbul olmak üzere imparatorluğun bütün şehirleri modern anlamda şehir aydınlatmasından yoksundu. İstanbul’da gece olup havanın kararmasıyla birlikte sosyal yaşantı sona eriyordu. Evler mum ve yağ kandilleriyle, belli başlı sokaklar, önemli kamu binaları, varlıklı ailelerin konak ve yalılarının önleri de fenerlerle aydınlatılıyordu. Belediye çalışanları tarafından havanın kararmasıyla yakılan kandiller havanın aydınlanmasına kadar yanık tutulup, havanın aydınlanmaya başlamasıyla söndürülüyordu. İnsanlar güvenlik nedeniyle geceleri fenersiz dışarıya çıkamıyorlardı. Oysa aynı dönemlerde Avrupa’nın çoğu şehirlerinde caddeler, sokaklar, parklar vb. açık mekânlar ile evler, sinemalar, tiyatrolar, tren garları vb. kapalı mekânlar güneş battıktan sonra, gece boyunca havagazı ile aydınlatılıyordu. Sosyal yaşantı gündüz gibi olmasa da geceleri geç saatlere kadar devam ediyordu. İstanbul, bu olumsuzluğuna rağmen konumu, tarihsel zenginliği ve doğal güzellikleriyle sadece Osmanlı Devleti’nin başkenti olmayıp dünya başkentlerinin en önemlilerinden sayılıyordu.

    İstanbul’u şiirleriyle, romanlarıyla, resimleriyle vb. anlatan çok sayıda yerli ve yabancı yayın vardır. Bunlardan birisi de 1874 yılında ülkemize turist olarak gelen İtalyan "Edmondo de Amicis (1846-1908)" in iki ciltlik "Costantinopolis 1877" adlı eseridir. Amicis kitabında İstanbul’un doğal ve tarihi zenginliklerden övgü ile söz ederken İstanbul’u, farklı kültürdeki insanların binlerce yıl barış ortamında bir arada yaşadığı yer olarak anlatmaktadır. Amics, kitabında dile getirdiği övgülerine rağmen kitabının bir bölümünde İstanbul’un gecelerini şöyle tarif etmektedir;

    "İstanbul Avrupa’nın gündüz en parlak, gece en karanlık şehridir. Tek tük ve birbirinden çok uzak olan fenerler belli başlı sokakları ancak aydınlatır; ötekiler mağara gibidir, kimse elinde bir fener olmadan bu sokaklara girmeyi göze alamaz." (1)

    İstanbul’un havagazı ile aydınlatması
    Osmanlı Devletinde modern anlamda çağdaş şehir aydınlatması Dünya’nın önemli şehirlerinde olduğu gibi havagazı ile başladı. Amerika Birleşik Devletleri’nin Baltimore şehrinde bir sokağın 1817 yılında, Berlin şehrinde bir sokağın 1826 yılında, Paris’teki bir sokağın 1829 yılında havagazıyla aydınlatılmasından çok sonra, 1856 yılında İstanbul’un önemli yerleri havagazı ile aydınlatmaya başladı. Sultan Abdülmecit’in saltanat döneminde (1839-1861), 1853 yılında inşaatına başlanan Dolmabahçe Sarayı yapılırken Saray’ın havagazı ile aydınlatılması düşünülmüştü. Bunun için Saray’ın bahçesine bir gazhane yapıldı. Yaklaşık üç yılda inşaatı tamamlanan Dolmabahçe Sarayı, müştemilatı ile birlikte 07 Haziran 1856 tarihinde resmi bir törenle açıldı. Böylece 1856 yılında Dolmabahçe Sarayı havagazı ile aydınlatıldı. (2)

    Saray’ın aydınlatılması yapılırken İstanbul’un Cadde ve Sokaklarının aydınlatılması düşünülmüştü: Aydınlatma çalışmaları, Dolmabahçe Sarayı’na yakın semtlerden başlayarak zaman içerisinde İstanbul’un bütün semtlerini kapsayacak şekilde plânlanmıştı. Yapılan plân gereği önce Beyoğlu’nun Cadde ve Sokakları havagazı ile aydınlatıldı. Daha sonra, zamanla İstanbul’un diğer semtlerinin de havagazı ile aydınlatılmasına devam edildi.

    II. Abdülhamit’in saltanat döneminde (1876-1909) İstanbul’un havagazı ile aydınlatılması doruk noktasına ulaştı. 1914 yılına gelindiğinde Dolmabahçe Gazhanesi, Yedikule Gazhanesi ve Kadıköy Gazhaneleri açılarak bu gazhanelerinin beslediği toplam sokak lambası 8 bin 742’ye ulaştı. Böylece, İstanbul’un ana arterleri, caddeleri, sokakları, konak ve yalıları, devlet daireleri modern anlamda havagazı ile aydınlatılmış oldu. (3)

    İstanbul’un elektrikle aydınlatılması (Elektrifikasyon)
    İstanbul’un Cadde, sokak, park, konak, yalı, ev gibi açık ve kapalı mekânlarının havagazı ile aydınlatılmasındaki gecikmenin benzeri elektrikle aydınlatmada (elektrifikasyon) da yaşandı. Dünyadaki emsallerine baktığımızda: 1882 yılında bir hidroelektrik santralde üretilen doğru akımlı elektrikle A.B.D’nin Wisconsin şehrini; 1891 yılında da bir termik santralde üretilen alternatif akımlı elektrikle Londra’nın cadde, sokak, tiyatro, tren istasyonları gibi yerlerin aydınlatıldığı düşünüldüğünde, İstanbul’un 1914 yılından sonra elektrikle aydınlatılmasında geç kalındığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

    Servet-i Finûn Dergisin’de yayınlanan makaleden bir bölüm, Yıl 1893
    Osmanlı aydınları çağdaş medeniyetin gereği olan elektriğin Dünya’daki önemli başkentleri aydınlattığı gibi İstanbul’un da bu imkâna biran önce kavuşmasını istiyorlardı. Bu isteklerini çeşitli ortamlarda dile getirerek kamuoyunu ve dönemin yöneticilerini bilgilendiriyorlardı. Bu aydınlarımızdan birisi de Mahmut Sadık’tır (1864-1930).

    Sadık, 25 Temmuz 1893 tarihinde ‘’Servet-i Fünûn Dergisi’’ nde yazdığı makalesinde Fransa’da düzenlenen elektroteknik fuarından bahsederek elektriğin çağdaş dünyadaki önemine vurgu yapıyor ve ülkemizin bu teknolojiden bir an önce yararlanmasını istiyordu. Sadık bu isteğini yazısının bir bölümünde şöyle dile getiriyordu.

    "Fenlerin bugünkü terakkisini (ilerlemesini) kaydetmek isteyen ister istemez ara sıra elektrik şubesine bakmak mecburiyetindedir. Çünkü ilim ve marifet, insanın son medeni asır içinde meydana koyduğu telgraflar, telefonlar, fonograflar ve bunun gibi garip şeyler hep o nâzenin sayesinde ortaya çıkmıştır. Elektrik kuvvetinin medeni hayatta gittikçe ehemmiyetinin arttığını gerek bu sütunlarda ve gerek Servet-i Fünûn’un diğer sahifelerinde lüzumundan fazla söylenen sözlerle ve yazılan makalelerle açıklamak gayretini elden bırakmadık. Çünkü fenni terakkiyata, pek uzaktan ve pek sathi (üstünkörü) olarak dikkat edilse bile makineler çeviren, çarklar döndüren, insan sesini uzak yerlere ulaştıran, nadirden zenite haber ulaştıran, parlaklığıyla güneşin ziyasına (ışığına) rakip olan elektrik kuvvetinin ve meydana getirdiği terakkiyatın göze çarpmaması mümkün değildir.

    Fransızlar bin dokuz yüzde Paris’te açacakları serginin bütün fenni terakkiyatı ve asri (zamana uygun) medeniyeti ihtiva etmesi için olanca gayreti sarfta çekinmiyorlar. Şimdiden bize teminat veriyorlar. Bu meşhur asırda gariplikler ve acayiplikler aramak ve hangi marifet şubesinde daha ziyade terakkiyat görüldüğünü takdir etmek için uğraşılmasın diyorlar. Bu terakki elektrikte de görülecek imiş. Bu umumi sergi, elektriğe ait bir sergi olacak imiş. Sergi makinelerini elektrik çevirecek, ufak ve büyük hizmetleri elektrik görecek imiş... Elektriğin hareket ettirici bir kuvvet olarak kullanılmasının ne kadar fayda ve kolaylık sağlayacağı hakkında Avrupa fenni yayınları açıklamalar ile doludur... (4)"

    Yabancı elektrik şirketlerinin girişimleri
    Sultan II. Abdülhamit döneminde (1876-1909) havagazının ulaşmadığı semtlere havagazının götürülmesi bütün hızıyla devam ederken yabancı elektrik şirketleri, İstanbul’un elektrikle aydınlatılmasını (elektrifikasyonunu) gündeme getirdiler. Bu şirketlerin herbiri İstanbul’un elektrifikasyonunda önceliğin kendilerine verilmesi için sürekli Padişaha yakın kişileri ve "Bâb-ı Alî" ’yi etkilemeye çalışıyorlardı.

    Havagazı çalışmalarına büyük miktarda yatırım yapan hükümet, yabancı elektrik şirketlerinin teklifini göz ardı etmedi ancak; havagazından elektriğe geçiş, bütçeye önemli ölçüde mâli yük getirecekti. Bu arada gaz şirketleri de menfaatlerine zarar gelmesin diye İstanbul’un elektrifikasyonu için olumsuz propogandaya başladılar: yabancı şirketler propogandalarını bazen doğrudan, bazen de padişaha yakın kişiler üzerinden yapıyorlardı.

    İstanbul’un elektrifikasyonu için ilk girişim Sultan II. Abdülhamit’in tahta geçmesinden iki yıl sonra, 1878 tarihinde bir Fransız şirketi adına Mösyö Şarl Tokas’ın Nâfıa Nezâreti’ne (Bayındırlık Bakanlığı) yaptığı müracaatla başladı (5). Mösyö Şarl Tokas, Nâfıa Nezâreti’ne yaptığı müracaatta bütün Avrupa şehirlerinin elektrikle aydınlatıldığı halde İstanbul’un halen gaz ile aydınlatılmasının yanlış olduğunu belirterek İstanbul’un elektrifikasyonu için Bakanlıktan 50 yıllık imtiyaz talep etmiştir.

    Fransız Şirketi’nin ile Nâfıa Nezâreti arasında elektrik imtiyazı için bir dizi görüşme yapılmıştır. Şirket, alacağı 50 yıllık imtiyazın karşılığında hükümetten bazı isteklerde bulunmuştur. Şirketin hükümetten talep ettiği ayrıcalıkların en önemlileri şunlardı: Şirket, İstanbul ve diğer şehirlerin elektrifikasyonu için kendilerine beş yıllık hak tanınmasını istemiş; Devlet’in, yapılan işlerden memnun kalmaması halinde veya kabul etmemesi halinde herhangi bir tazminat ödemeyecekti. Şirket, Padişah tarafından onay çıktıktan sonraki 6 ay içerisinde faaliyete başlayacak, Avrupa’dan gelecek malzemeler için bir defaya mahsus olarak gümrük resminden muaf tutulmasını istemişti. Şirket, başta İstanbul’un Üsküdar semti olmak üzere Selanik, Edirne, Sinop, Konya, Tarsus, İzmir, Bursa şehirlerinde masrafı kendilerine ait olmak üzere 4 sene müddetle yapacakları denemelerin Devlet tarafından himaye edilmesini istemişti.

    Mösyö Şarl’ın teklifi Nâfıa Nezâreti tarafından yazılı bir tezkere ile genel kurula gönderildi. Teklif genel kurulda bazı değişiklikler yapılarak kabul edildi. Teklif, padişahtan da gerekli irade alınmasına rağmen teşebbüsten öteye geçemedi. Bu teşebbüsün hangi nedenlerle hayata geçirilemediği bilinmez ama bu süreçte Osmanlı-Rus Harbi'nin başlaması bu girişimi engellediği düşünülebilir! Bu girişimden sonra, uzun bir süre elektrik imtiyazı için hükümete herhangi bir talep yapılmamıştır.

    Aradan geçen uzun bir zamandan sonra elektrik şirketleri hükümet nezdinde tekrar faaliyete geçmiştir. Elektrik şirketlerinin rekabeti önceleri İngiliz ve Fransız şirketleri arasında olmuştur. Daha sonra bu rekabete Alman şirketleri de katıldılar. Yabancı elektrik şirketlerinin arasındaki rekabet o kadar yoğundu ki, kimi zaman şirketlerin yöneticileri, kimi zaman bu ülkelerin elçilikleri ya da parlamenteri hatta devlet başkanları bile devreye girmişlerdir. Bunlardan: İngiltere tebaasından Sir Ellis Ashmead Bartlett, Alman Mösyö Ferdinand Rayz, ‘’Campany General De Traksion’’ Anonim Şirketi Vekili Edvard Tokas, Alman Büyükelçiliği ve Alman İmparatoru II. Wilhelm v.b. bu rekabette aktif rol almışlardır.

    19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, İstanbul'daki Alman büyükelçiliği adeta tüccarların ve imtiyaz avcılarının temsilciliğini üslenmişti. Alman diplomatları mütemadiyen ‘’Bab-ı alî'’ den ve Saraydan kendi yurttaşlarına imtiyaz kopartıyorlar bununla da kalmayııp başka milletlerin elde ettiği imtiyazlara da el atıyorlardı. Mesela, 1898 yılında İzmir’in elektrifikasyon’u için Almanlarla İngilizler arasında yaşanan rekabetin boyutlarını "Telegram Pera 4 Dez. 1898." Dergisinde çıkan yazıdan daha iyi anlamaktayız. Dergideki yazıda İngiliz iş adamı A. Bartlett'in 1898’de İzmir’in elektrik işini alması üzerine, Alman büyükelçisi Baron Marschall von Biberstein derhal faaliyete geçtiğinden bahsedilerek Büyükelçi’nin, 4 Aralık 1898 de Dışişlerine çektiği telgrafta;

    "A. Bartlett İzmir'in elektrik işini almış, derhal önleyeceğim, çünkü Siemens ve Halske ne zamandır bu işin peşindeler. Bugün Selamlıkta Haydar Paşa ile bu işi görüştüm" (6)

    İfadesiyle, Alman firmalarının kendi çıkarlarına destek sağlamaya çalıştığından bahsedilmektedir.

    Elde ettiği imtiyazı böyle bir faaliyet sonucu Almanlara kaptırarak mağdur duruma düşen ingiliz iş adamı Sir Ashmead Bartlett’in, "The Standard Tuesday" dergisinin 13 Haziran 1899 nüshasmda yayınlanan makalesinin bir bölümünde;

    "Selânik ve İzmir elektrik tesislerini kurma imtiyazı bana verilmişti. Almanlar işi bozdu ve tazminatın verilmemesi için mazbata (final report) yok edildi. Alman sefirinin bizzat bu işe karışması benim için sürpriz oldu. Benim imtiyazımın iptali için sefir sarayı üç kere ziyaret etti. Dragomanını hergün saraya ve Bab-ı Ali'ye gönderdi. İngiltere ve Fransa sefirleri de benim için şefaat etti ama yararı olmadı. Son altı yıldır izlediğimiz aptalca anti Türk politikamız yüzünden Almanlar kazanıyor ve biz kaybediyoruz. Almanlar burada herşeyi yiyor. Bu ülke ki güvenlik ve zenginlik yönünden uzak Çin'e göre çok daha iyidir". (7)

    İfadesiyle, Osmanlı’nın gözünde Almanların, İngiliz ve Fransızlara göre daha ön plana geçtiğinden bahsetmiştir.

    Yabancı şirketlerin gerek Padişah nezdinde gerekse Bâb-ı Alî nezdinde yaptığı girişimler yukarıdaki iki örnekle sınırlı kalmayıp bu tür örneklerin çok daha fazla olduğunu aşağıdaki arşiv belgelerinden de öğrenmekteyiz. Bu belgelerden bazıları:

    "Paris Elektrik Şirketi'nin, padişah huzurunda Dersaadet'teki bazı sokakların elektrikle aydınlatılması ile ilgili bir sunum yapması(19.11.1879); İzmir'in elektrikle tenviri (aydınlatma) ihalesinin Alman Mösyö Ferdinand Rayz'a verildiğine dair belge(14.12.1898); İzmir ve Selanik'in elektrikle tenvîri için İngiltere tebaasından Sir Ellis Ashmead-Bartlett’e imtiyaz(03.06.1899); Selanik şehrinin elektrik ile aydınlatılması ve İzmir şehrinde de yalnız elektrik ile tramvay işletilmesi için Sir Ellis Ashmead-Bartlett’e imtiyaz verilmesi hususu Meclis-i Vükela'da(bakanlar kurulu toplantısı) tanzim ve takdim kılınan mazbatada arzedilmiş ise de aralarında tramvay hattı tesis edilmemiş olduğundan işin bu yönünün de açığa kavuşturularak mazbata ile arzı(01.07.1899); Selanik ve İzmir'in elektrikle aydınlatılması ve Şam-Beyrut tramvay hattı imtiyazlarının devr ve firağ(çekilme) muamelatının icraya konulmamasından dolayı ‘’Campany General De Traksion’’ Anonim Şirketi Vekili Edvard Tokas'ın, Ticaret ve Nafia Nazırı (Bayındırlık Bakanı) Zihni Paşa'yı protesto etmesi(28.01.1901); Elektrik İnşaat Şirketi'nin Dersaadet (Osmanlılar tarafından İstanbul'a verilen ad, Mutluluk Kapısı") Temsilcisi Krespy'in yeni yapılacak kasrın elektrik tesisatının kendi firmalarınca yapılması isteği (1901) v.b. ..." (8)

    Yabancı şirketlerin Bâb-ı Alî’ den elektrik imtiyazı almaları için yaptıkları girişimler sürerken aynı tarihlerde Bâb-ı Alî’ de elektrik teknolojisinin ülkemize getirilmesi için çalışmalarını sürdürüyordu: Bu çalışmaları da arşiv belgelerinden öğrenmekteyiz. Bu belgelerden bazıları:

    "Padişah için Londra'dan sipariş edilen elektrikli araba ve elektrikli sandalın Londra'dan Dersaadet'e gönderilmesi(04.06.1889); Pan Elenik Kumpanyası'na mensup Isparta vapurunun padişahın doğum gününde aydınlatılması için elektrik feneri dikilmesine müsaade edilmesi(06.03.1893); Boğazların tenviri için Tersane'de imâl olunan elektrik fenerlerinin denenmesi(14.05.1893); Tersane-i Amire'de yapılmakta olan elektrik fenerlerinden bitmiş olanlarının İzmir'de tecrübeleri(01.11.1893); Tüccar Azeryan Efendi adına Marsilya'dan Dersaadet Limanı'na gelen altı sandık edevat (parça) ve elektrik makinelerinin Kireçkapı Gümrüğü'nde bekletildiğine dair belge(1893); Talim için İzmir'e gidecek torpido istimbotlarıyla Tersane-i Amire'de imâl edilen elektrikli fener ve torpidoların tecrübe edilmeleri için gönderilmesi(1894); Bah-ı Sefid Boğazı Muhafız Vekili Ferik(korgeneral) Abddurrahman Paşa'nın boğaza konulacak elektrik fenerlerine ilişkin malumat(bilgi) arzı(1896); 16.yy sonrası Osmanlı dönemi haritalarında adı Akdeniz olarak geçen ‘’Bahri Sefid Boğazı’'na dört adet elektrik feneri konulması(04.10.1896); Mekteb-i Sanayi talebesinin iaşesine(beslenme) karşılık gösterilen Galata'daki mağazanın tamiri ve elektrikle ışıklandırılması ancak elektrik işinin yeni icat olması hasebiyle durumun mutlaka padişahın iznine bağlı olduğu hakkında Mekteb-i Sanayi Nazırı Süleyman Paşa'nın arizası(1889); İzmir'de tramvaylara verilecek elektrik imtiyazına dair mukavele ve şartame(10.05.1899); Filibe'de tesis edilecek elektrik fabrikası için mukavelename hazırlandığı (11.04.1899); Beyoğlu ve Beşiktaş gaz ve elektrik imtiyazında bir takım entrikalar olduğunu iddia eden Mehmed Rauf'un şikâyeti üzerine Süreyya Paşa'nın bu hususta cevabi açıklaması(23.12.1889); İzmir ve Selanik'de elektrikli tramvay çalıştırmak üzere Şirket-i Sınaiyye-i Osmaniye ismiyle bir anonim şirketi teşkili(12.04.1902); Elektrik enerjisinin birçok alanda kullanılabileceği(26.10.1902); Saray-ı Hümayunun aydınlatılması için gerekli elektrik malzemesinin temini ve bedelinin Hazine-i Hassa tarafından ödenmesi(30.10.1902); Haydarpaşa limanında inşa olunan ve silo tabir olunan zahire deposunda elektrik gücü kullanılacağı (1902);; Şam'ın elektrik ile aydınlatılması imtiyazının Muhammed Rüslam Efendi uhdesine (üslenmek) verilmesi (1903); Şam'ın elektrik ile aydınlatılması imtiyazının Beyrut eşrafından Mehmed Arslan Bey uhdesine ihalesi (16.04.1903) v.b ..." (9)

    Sultan II. Abdülhamit’in endişeleri ve İstanbul’un elektrifikasyonundaki gecikmenin nedenleri
    II. AbdulhamitOsmanlı Devletinde ilk elektrifikasyon çalışmaları Sultan II. Abdülhamit döneminde(1876-1909) başladı. Sultan II. Abdülhamit: eğitim, sağlık, imarethane, posta, telefon, telsiz, demiryolu gazhane, rıhtım v.b. konularda ülkemize önemli hizmetlerde bulunmuş ancak, elektriğin ülkemize getirilmesinde hep çekimser kalmıştır.

    Çok sayıda araştırmacı ve yazar, Sultan II. Abdülhamit’in endişeleriyle ilgili farklı görüşler ortaya koymaktadır. Bu endişelerden bazıları:

    a) Elektrikten kaynaklanacak yangınlar
    Bilindiği gibi o yıllarda İstanbul’daki binaların neredeyse tamamı ahşaptı. Ayrıca İstanbul, konumu gereği her yönden rüzgâra açık bir kenttir. Bu duruma halkın cehaleti ve tulumbacıların da yetersizliği eklenince İstanbul’da çıkacak bir yangının kontrol edilmesi neredeyse imkânsız hale gelecektir. Dolayısıyla, Sultan II. Abdülhamit, elektrikten kaynaklanan en küçük bir kıvılcımın ahşap binaları kolayca tutuşarak İstanbul’un büyük bölümünü küle çevireceğini, önemli ölçüde can ve mal kaybına neden olacağını düşünmekteydi. Sultan II. Abdülhamit, kendi saltanatından önceki yıllarda İstanbul’da çıkan büyük yangınları düşündükçe endişesi daha da artırıyordu. (10)

    Ayrıca, Sultan II. Abdülhamit elektrik yüzünden İstanbul’da çıkacak bir yangının muhalifleri tarafından aleyhine kullanmasından da çekinmekteydi. Belki bu yüzden, aynı yıllarda, Şam ve Selanik gibi kentlerin elektriğe kavuşmasına izin verdiği halde İstanbul’da elektriğin kullanılmasına hemen karar vermemiştir.

    b) Dinamo kelimesinin dinamit’i çağrıştırması
    Dinamo, mekanik enerjiyi içindeki mıknatıs ve bobin sayesinde elektrik enerjisine dönüştüren bir makinedir. Dinamonun çalışma prensibi ilk olarak, 1831 yılında İngiliz bilim adamı Faraday tarafından ortaya konulmuş, 1867’ de Werner Siemens dinamoyu icat ederek dinamodan elektrik üretimini gerçekleştirmiştir. Daha sonra Gramme ve Tesla, Siemens' in çalışmalarını daha da geliştidiler.

    18. yüzyılın başlarında Avrupa’nın çoğu ülkesinde elektrik üretmek için kullanılan dinamo’nun ülkemizde ne işe yaradığı pek bilmiyordu. Dolayısıyla, yeniliğe karşı direnen bazı çevrelerin kastlı söylemleri; ‘’dinamo’’ sözcüğünün ‘’dinamit’’ kelimesi ile çağrışım yaptığını, dinamonun da ‘’dinamit’’ gibi tehlikeli bir madde olduğu söylentilerini çıkarmaları halk üzerinde etkili oldu (11). Belki bu yüzden, Sultan II. Abdülhamit, o zamanın en modern binası Tarabya Oteli’ne elektrik dinamosu konulmasına izin vermemişti. Hatta öyle ki, o dönemde Tarsus’a kurulacak dinamo’nun önce İstanbul’a kurulması düşünülmüş ancak, Sultan II. Abdülhamit bu teklifi reddetmesi nedeniyle İstanbul’da elektriğin kullanılması gecikmiştir.

    c) İstibdat Döneminin etkisi
    Sultan II. Abdülhamit’i endişeye sokan bir neden de İstanbul’un asayişi ile ilgilidir. Bilindiği gibi İttihatçılar II. Abdülhamit dönemine "Devr-i İstibdâd" (İstibdat Dönemi) adı veriyorlardı. Sultan II. Abdülhamit Meclis'i kapatarak yönetimi eline aldıktan sonra Osmanlı tarihinde ilk defa geniş kapsamlı bir polis ve istihbarat örgütü kurmuştur. Çok sayıda hafiyeden oluşan bu örgütün amacı Sultan II. Abdülhamit'in siyasi rakipleri hakkında bilgi toplamak ve Sultan II. Abdülhamit'e karşı hazırlanan darbe veya ayaklanma girişimlerini önlemekti. Hafiyeler sadece kendi başlarına bilgi toplamakla kalmıyor, halk arasında çok sayıda kişiye maaş bağlayarak geniş bir istihbarat ağı oluşturuyorlardı. Jurnalci adı verilen bu kişiler Abdülhamit yönetimine karşı olabilecek faaliyetleri bildiriyorlar, böylece her türlü hareketin önü önceden kesilmiş oluyordu. Eğer İstanbul’a elektrik gelirse İstanbul şehri geceleri de aydınlatılacak bu da insanların hareketliliğini geceye taşımasıyla kontrolun güçleşmesine yol açacaktır. Bu yüzden elektriğin geceleri kullanılmaması İstibdat yönetiminin bir tedbiri olarak düşünülebilirdi.

    d ) Eğitimsizlik
    Başka bir neden, halkın elektriğin kullanılmasındaki bilgisizliğidir. Amerika’da başlangıçta güvenlik yönetmeliklerinin eksikliğinden dolayı alternatif akım çoğu ölümle biten kazalara neden olurken, alternatif akımın tehlikesini kanıtlamak için ölüme mahkûm edilenlerin darağacı yerine elektrikle idam edilmelerini öngören bir yasa tasarısı meclise sunuldu. Tasarı 1888 yılında New York eyaletinde yasalaştı. Bu durum halk tarafından yalnız alternatif akım için değil elektriğin tümü için tehlike olarak algılanmıştır. Bilindiği gibi, o yıllarda mühendislik tahsili için Avrupa’ya gönderilen öğrenci sayısının azlığı, bu işten anlayan teknik eleman sayısının yetersizliği ve halkın elektrik kullanılmasındaki bilgisizliğinin ölümcül kazalara neden olacağı da etken olabilirdi. (12)

    e) Havagazı şirketlerinin olumsuz propogandaları
    İstanbul’a elektriğin geç gelmesinde havagazı şirketlerinin olumsuz propagandalarının da etkisi oldu. Havagazı şirketleri menfaatleri gereği ülkemize elektriğin zamanında gelmesine şiddetle muhalefet etmişlerdir. Çünkü bu şirketler, elektriğin aydınlatmada kullanılmasını imtiyaz haklarına tecavüz olarak görmüşler ve bunu engellemek için ellerinden geleni yapmışlardır. Mesela o dönemde Osmanlı hükümeti merkezi Budapeşte’de olan Macar “Ganz Anonim Elektrik Şirketi” ne 50 yıl süre ile İstanbul’un elektrik dağıtım imtiyazını vermişti. Şayet İstanbul’a elektrik erken gelirse havagazına talep azalacaktı. Bu da havagazı şirketlerinin menfaatlerine ters düşmekteydi. Bundan dolayı havagazı şirketleri İstanbul’da elektriğin kullanılmasını istemiyorlardı.

    II. Wilhelm’in İstanbul’u ziyareti

    II. AbdulhamitBilindiği gibi, Osmanlı İmparatorluğu 1870’li yıllara kadar yeni projelerde genellikle İngiltere ve Fransa ile çalışmaktaydı. 1870’lerden sonra, Almanya ile yakınlaşma sağlanmasından sonra bu tür projelere Almanya’da katıldı. 1880 yılından sonra da Osmanlı dış ticaretinde Almanya ağırlık kazanmaya başladı. Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu arasında karşılıklı olarak kurulan yeni ve çok yönlü ilişkilerin sonucu olarak, birçok projede yer almak üzere Almanya’dan sivil ve asker uzman getirilmeye başlanmıştı. Bu kapsamda, Alman İmparatoru II. Wilhelm(d:1859-ö:1941), 1898 yılı Ekim ayında ailesi İmparatoriçe "Hohernzollern" ile birlikte İstanbul-Kudüs yolculuğuna çıktı.

    II. Wilhelm’in beş günlük İstanbul ziyareti gerek bir gövde gösterisi olarak, gerekse sağladığı sonuçlar bakımından Osmanlı İmparatorluğu'nda Almanya'nın nüfuzunu artıran tarihî bir dönüm noktası sayılır. Beraberinde elektrik projelerinin de olduğu bir dizi proje ile Osmanlı İmparatorluğunu ikinci kez ziyaret eden II. Wilhelm, Berlin'e döndüğünde kendisini karşılayan bankacılar ve işadamlarına, Sultan'dan kopardığı hediyeleri; Köstence-İstanbul telgraf hattının inşa imtiyazını, ticarî ilişkilerin yoğunlaşmasını, Anadolu demiryollarının Bağdat'a kadar uzatılması için Deutsche Bank'a verilen imtiyazı müjdeliyordu. Ama elektrikle ilgili projelerinde bir gelişme sağlayamadığından bahsediyordu.

    Alman İmparatoru II. Wilhelm ile birlikte İstanbul’a gelen Prens Bülow’un 1898 senesinde yazmış olduğu “ Memoires du Chancelier” adlı kitabının bir bölümünde Sultan II Abdülhamit’in elektrik konusundaki endişesinden şöyle bahsediyor:

    “II. Abdülhamit iki şeye karşı çok büyük bir ürküntü içerisindedir. Bunlardan biri donanma diğeri de elektrik kıvılcımıdır. Ziyaretimiz sırasında Siemens tarafından İstanbul’un elektrikle ışıklandırılması teklifini hatırlattık, bunun sanayiye olan faydalarını anlattık, fakat başarı elde edemedik” şeklinde II. Abdülhamit’in kuşkularından söz etmiştir. (13)

    Osmanlı Devleti’nin elektrik üreten ilk santrali Tarsus’ta kuruluyor
    İstanbul’un elektrifikasyonundaki çalışmalar ağır aksak yürürken sekiz bin yıllık tarihi ile çeşitli medeniyetlere önderlik yapan Tarsus’ta önemli bir gelişme olur. Tarsus, ülkemize elektriğin gelmesine öncülük yapacaktır.

    Tarsus’ta kurulması düşünülen elektrik santralinin öyküsü: bir rivayete göre, Tarsus Belediyesinde çalışan Avusturyalı Döfler’in elektrik üretimi için gereken dinamoyu Avusturya’dan Tarsus’a getirmek istemesi, diğer bir rivayete göre de Avusturya hükümeti tarafından Saraya hediye verilmek istemesi ancak II. Abdülhamit’in suikast endişesiyle bunu reddetmesi şeklinde aktarılmaktadır.

    Tarsus’un ileri gelenleri Tarsus’ta bir elektrik santralinin kurularak cadde, sokak ve evlerin elektrikle aydınlatılmasını plânlarlar. Ama bunun için öncelikle Sultan II. Abdülhamit’ten izin alınması gerekmektedir. Ancak iznin alınması pek kolay olmamıştır. Sonuçta izin için yapılan girişimler olumlu netice verir ve Tarsus’un ileri gelenlerinden Karamüftüzade Hulusi Paşa Padişahtan gereken izni alır. İznin alınmasından kısa bir süre sonra elektrik santralinin yapımına başlanır. Santral binası Tarsus’a 1800 metre uzaklıktaki Bentbaşı’na kurulur. Yurtdışından 2 KW gücündeki dinamo (elektrik jeneratörü), kablo, vb. elektrik malzemeleri ithal edilerek bunların santral binasına montajları yapılır. Gerekli test çalışmaları yapıldıktan sonra santral elektrik üretebilir hâle getirilir.

    Önceden belirlendiği gibi elektrik, santralin kurulduğu Bentbaşı’ndan Tarsus’un ileri gelenlerinden Müftüzade Sadık Paşa ile Ramazan oğulları’ndan sorgu yargıcı Yakup Efendinin evlerine verilecektir. Bunun için Santralden evlere kadar belirli aralıklarla direkler dikilir, teller çekilir, evlerin elektrik tesisatları tamamlanarak evler elektrik alabilir hale getirilir.

    15 Eylül 1902’de Santralden evlere elektrik verilmesi için gereken hazırlıklar yapılır. İnsanlar, direklere yaklaşmamaları ve tellerin altından durmamaları için uyarılır. Dinamonun etrafında toplanan halkın ve ilçe yöneticilerinin heyecanla beklediği an gelmiştir. Gerekli önlemlerin alınmasından sonra suyun akış kuvveti ile dönen bir çark, çarka bağlı milden aldığı dönme hareketiyle elektrik üreten dinamo çalıştırılır. Santral binasındaki elektrik şalteri kapatılarak Yakup Efendi ile Sadık Paşa’nın evlerine elektrik verilir. Evlerin içi ışıl ışıl olmuştur.

    Halkın meraklı bekleyişi sevince dönmüştür. Ancak bir eksiklik vardır o da, evlerde elektriği açıp kapatacak elektrik anahtarı kullanılmadığından evlerin aydınlatması dinamodaki şalterden yapılmaktadır. Yani evler, konak sahibinin isteğine göre santraldeki görevlinin dinamoya bağlı şalteri açıp kapatmasıyla aydınlatılmaktadır.

    Zaman içerisinde tellerin altından ya da direklerin yakınından geçen insanlar elektriğe çarpılmadıklarını gördükçe, o zamana kadar alışılmışın dışında, rüzgârla sönmeyen, is çıkarmayan üstelik yakmak için ne gazyağı, ne de kibrit gerektiren elektriğin nimetlerinden faydalanmak isterler. Ama dinamonun gücü kısıtlıdır: 2 kilovat’lık dinamonun gücü en fazla yirmi-otuz ampulü yakmaktadır. Böylece Osmanlı topraklarında ilk olarak Tarsus elektriğin nimetinden faydalanmış oldu.

    1. Dünya Savaşı’nın başladığı yıllara kadar santral elektrik üretmeye devam etti. 1. Dünya Savaşı’nın yapıldığı yıllarda gaz sıkıntısı baş gösterince elektriğe talep daha da arttı. Bu duruma çözüm olarak santrale yeni bir dinamo daha eklenerek santralin üretim kapasitesi artırılır.

    1918 yılında Tarsus, Fransızlar tarafından işgal edilince bölgeye yerleşen Fransız askeri birliği şehrin elektriğinden kazanç sağlamak amacıyla belediye aracılığıyla evlerden lamba başına ücret alır. Bu, İstanbul’dan sonra ilk ücretli elektriğin Tarsus’ta kullanıldığını göstermektedir. 27 Aralık 1921’de Tarsus’un düşman işgalinden kurtarılmasından sonra bölgedeki elektrik ihtiyacı artınca elektrik üretimi daha da artırılır. 1940 yılına gelindiğinde Tarsus’ta, 200 kadar eve ve 15 sokak lambasına günün belli saatlerinde elektrik verilir. Artık Tarsus’ta hayat yeni bir boyut kazanmıştır.

    Tarsus’taki santralin akıbeti
    Aradan yıllar geçer. Türkiye’deki elektrik şebekesi eskisine göre daha gelişmiştir. Ama medeniyet tarihimizin ilklerinden olan bu santralin akıbeti hep merak konusu oldu. İşte bu santralin akıbeti konusunda Çukurova Üniversitesi Öğretim üyelerinden ‘’Prof. A. Hamit Serbest’ ‘ in yaptığı araştırmalar tarihe ışık tutması açısından bizlere önemli bilgiler vermektedir.

    ‘’Türkiye’de elektrik enerjisinin ilk üretildiği mekânı ve santrali bulmak amacıyla 1989 yılında Tarsus’ta birtakım incelemeler yapmıştım. Elektrik enerjisi konu­sunda Tarsus’un bu özelliklerini bilen meslektaşlarımdan Sefa Kurdak’ın yardımıyla ilk santral binasını kolayca bulmuştuk. Berdan çayının kenarındaki küçük bina, dış görünümü ile santral binası olduğunu anlatıyordu. Tarsus’taki santralden neredeyse hiç bir eser kalmamış. Tarsus belediyesi’den binayı kiralayan ki­şiler orayı “kurbağa kesimhanesi” olarak kullanıyorlardı...

    ...Binanın bugünkü adı “Tarsus Gübre Fabrikası.” Bi­nanın bugünkü halini gördükten sonra 1989 yılında binayı “kurbağa kesimhanesi” olarak kullananlara haksızlık ettiğimi anladım. Çünkü eskiden gerek binanın içi gerekse dış görünümü, buranın bir santral binası olduğunu gösteriyordu.’

    Tarsus Belediyesi’ne ait santral binasının müze haline getirilmesi gerekirken sırf gelir sağlamak amacıyla kiraya verilmesi, tarihi ve kültürel varlıklarımıza ne kadar sahip çıktığımızı göstermektedir.

    Prof. A. Hamit Serbest bu kez de elektrik üreten dinamonun akıbetini araştırarak elde ettiği bilgilerle kamuoyunu aydınlatmaktadır:

    ‘’Merak ettiğim diğer konu da eski jeneratörlerin akıbeti idi. Ve Tarsus’ta depolarda bulmayı ümit ediyordum. Ancak Tarsus Belediyesinden emekli olan bir kişi, Tarsus’tan sökülen eski Jeneratörün ihale yoluyla satıldığını söyledi; ama kaç yılında kime satıldığı konusunda bilgi veremedi. Hurda olsa da jeneratörü alan kişinin kullanma amacı olabileceği dolayısıyla varlıklı bir kişi olması gerektiği düşüncesinden hareketle Adana’daki bankalardan yardım istedim; Yapı Kredi Bankası Bölge Müdürlüğü aracılığıyla, Çorum’un Osmancık kazasında Tarsus’tan satın alınan bir jeneratör olduğunu belirledi. Kızılırmak nehrinin hemen kenarındaki Osmancık kazasından Derindere ailesi, 1958 yılında Tarsus’ta yaşanan sel felaketinden sonra sökülen bu jeneratörün 1964 yılında satın almış. 250 KVA gücündeki bu jeneratörü tamir ettirmiş ve Kızılırmak kıyısına kurmuş...

    ...Bu jeneratör, 1989 yılına kadar bir çeltik ve bir un fabrikasını çalıştırıyordu. 15 KV ile yan yana bulunan fabrikalara aktarılan enerji ile ilk 12 saatte un fabrikası, diğer 12 saatte çeltik fabrikası besleniyordu. 11 ay boyunca 24 saat çalıştırılan üstelik her yıl bir ay dinlendirilmiş, bakım yapılmış. Tüm bu hizmetlerde eğitimsiz teknisyeni vardiyalı çalıştırmışlar. Bu çalışmaları hazırlarken aile büyüğü Şahin Derindere’yi aradım ve kendisinden Jeneratörün halen çalıştığını öğrendim.’’

    Serbest, elektrik enerjisinin ülkemizdeki tarihçesini araştırırken yaptığım çalışmalarda bir kez daha gör­düm ki; birçok konuda olduğu gibi teknoloji konusunda da tarihi değerlere sahip çıkamıyoruz. Di­ğer taraftan, teknolojiyi ithal edip kullanma kolaycılığından da bir türlü vazgeçemiyoruz. Ne yazık ki, kullanabilme ayrıcalığına sahip olmakla öğündüğümüz teknoloji ürünlerinin geliştirilmesinde hiç bir katkımız olmamış diyerek yapılan hataları dile getirmiştir. (14)

    İstanbul’da yapılan talihsiz bir deneme
    Tarsus’ta başarıyla yapılan çalışma çok geçmeden İstanbul’da duyulur. İstanbul halkı da Tarsus gibi biran önce evlerinin ve sokaklarının elektrikle aydınlatılmasını isterler. Bunun için çok sayıda yeniliğe açık, gönüllü vatandaş elektriğin önce kendi evlerinde denenmesini ister. Ama öncelikle Sultan II. Abdülhamit’ten izin alınması gerekmektedir.

    Arap İzzet Holo Paşaİstanbul'da elektrik üretip satmak için imtiyaz talep eden yabancı bir şirket, Sultan II. Abdülhamit’in en yakın adamlarından sarayın Mabeyn ikinci kâtibi İzzet Paşayı ikna eder. İzzet Paşa, elektriğin önce kendi konağında denenmesini, böylece olayın yakından izlenebileceğini ve elektriğin güvenilir olup olmadığı konusunda daha kolay karar verilebileceğini söyleyerek Sultan II. Abdülhamit’ten izin alır. Ama uygulama Tarsus'takinden farklıdır. Elektriği üreten jeneratör İzzet Paşa’nın konağının bahçesine kurulacak ve sadece İzzet Paşa’nın konağının aydınlatacaktır. Paşanın konağı o zamanlar Beşiktaş’tan Yıldız’a uzanan yokuşun, yani bugünkü Barbaros Bulvarının sol tarafında, şimdiki Said Çiftçi Dispanserinin yakınında bulunan ahşaptan yapılmış görkemli bir yapıydı.

    İzzet Paşanın konağının elektrikle aydınlatılmasını Weinberg ve Otto adında Yahudi kökenli iki alman vatandaşı üstlenir. Elektrik için lâzım olan tesisat Beyoğlu’nda ithalat ve fotoğraf işleriyle uğraşan Weinberg tarafından bir hafta gibi çok kısa bir sürede, Almanya’dan İstanbul’a getirtilir. Sıra elektrik tesisatın kurulmasına gelmiştir: Alman mühendis Otto, elektriği üretecek kazanı konağın bahçesinde yapılan özel bir yere yerleştirir, konağa kablolar çekilir ve konağın iç tesisatı tamamlanır. İzzet Paşanın konağında yapılan çalışmalar tamamlandıktan sonra sıra konağa elektrik verilmesine gelir. Şalter herkesin heyecanlı bekleyişleri sırasında, bir akşam vakti indirilir. Başta Paşa, Weinberg ve Otto olmak üzere bu işle yakından ilgilenen insanların heyecanı sevince dönüşmüştür. İstanbul'da geceleri bir tek İzzet Paşa Konağı ışıl ışıldır. Herkes geceleri konaktan dışarıya sızan ışığı uzaktan bile olsa görmek için konağı ziyarete giderler ve gördükleri manzara karşısında hayranlıklarını gizleyemezlerdi.

    Yapılan bütün çalışmalardan haberi olan Sultan II. Abdülhamit’in vesvesesi azalmamıştır. Muhtemel bir kazayı düşünerek beklenmedik bir kazadan dolayı çıkabilecek yangının İstanbul’a vereceği zarardan endişe etmektedir. Olaya temkinli yaklaşan Sultan II. Abdülhamit ‘’Aradan bir müddet geçsin ve görelim’’ diye buyurur ve beklemeye başlar.

    Alman şirketi Paşa’ya aldığı bu riskin karşılığında bir de sinema makinesi hediye etmiştir. İşte, yangının çıktığı o akşamüstü İzzet Paşa, konağında ailesi ve yakın dostlarıyla birlikte Almanya'da bile yeni gösterime giren sessiz film izlemektedir. Olay, işte böyle akşamlardan birinde oldu: Paşa film seyrettiği sırada elektrik tesisatından kaynaklanan bir hata, kabloların ısınarak yanmasına ve evin alev almasına neden olur. Yangın için gelen tulumbacıların çabaları netice vermez ve koskoca konak iki saat içinde kül olur. Üstelik yangın, o sırada üst katta her şeyden habersiz uyumakta olan genç hizmetkâr bir kızı da canından etmiştir.

    İzzet Paşa’nın konağının yandığı sırada Sultan II. Abdülhamit Yıldız Sarayı Külliyesi'ndeki Mabeyn'de Fransa Elçisinin taleplerini dinlemektedir. Elçi bu arada beraberinde getirdiği ‘’Terkos Su Şirketi'’ ne yeni atanan Genel Müdürü Sultan'a takdim etmek niyetindedir. Birkaç dakika geçmiştir ki, Mabeyn görevlileri belki de ilk kez huzura destursuz girerek feryat ederler: YANGIN VAR! … Ve, Sultan II. Abdülhamit endişesinde haklı çıkar.

    İzzet Paşa yangından sonra ailesiyle beraber bir başka paşanın, İstanbul’un ‘’Şehremini’’ yani belediye başkanı olan dünürü Reşit Paşa’nın Bebek’teki yalısına taşır. Ama yangından asıl zararı İzzet Paşa ve konağı değil, bütün İstanbul halkı görmüştür. (15)

    İkinci Meşrutiyet yıllarında da Osmanlı İmparatorluğu’nun önemli şehirlerinin elektriklendirilmesine devam edilmiştir; Selanik ve İzmir’in elektrik işini almak için İngiliz ve Almanlar arasında büyük rekabet yaşanmıştır. Aylarca süren karşılıklı çalışmalardan sonra Alman Büyükelçiliği’nin desteği ile ‘’Siemens&Halske’’ Selanik ve İzmir şehirlerine elektrik tesisi kurma imtiyazını alarak 1905 yılında Selanik ve İzmir şehirlerini elektriğe kavuşmuştur. Ayrıca 1906 yılında Halep ve Bursa’nın elektrikle aydınlatılması ve Tramvay hattı tesisi için ihaleye çıkılmıştır. Yine 1906 yılında Manastır civarındaki Drahor Nehri'nden elektrik istihsali (üretimi) imtiyazının Manastır Daire-i Belediyesi namına verilmiştir. 1907 yılında Şam elektriğe kavuşmuştur. Yine aynı yıl içerisinde Boğaziçi'nin Sarıyer'e kadar Rumeli Sahili Tophane ve Beyoğlu ile İstanbul tarafının elektrik işinin doksan dokuz senelik ihalesi yapılmıştır. 1908 yılında Hz. Ali'nin Necef'teki türbesi ile müştemilatının elektrikle aydınlatılması işi için Türbe Kilitdarı Seyid Cevad Efendi’nin taahhüdü kabul edilmiştir. Yine aynı yıllarda, Padişahtan alınan özel izinlerle Yıldız Sarayı, Çubuklu’daki Mısır hıdivinin köşkü, Perapalas ve Tokatlıyan otelleri özel jeneratörlerle aydınlatılmıştır. Son olarak Üsküp'ün elektrik enerjisiyle tanışmasının 100. yılı kutlama töreninde konuşan Balkan Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hüner Şencan, bulundukları binanın tarihi bir bina olduğunu belirterek:

    "1899 yılında Sultan Abdülhamit tarafından inşa edilmiş ve 10 yıl sonra elektriğe bağlanmıştır. Elektrik, uygarlığın gelişmesini sağlayan bir numaralı gelişme nedenidir."

    Diyerek, Üsküp’ün Sultan II. Abdülhamit döneminde elektriğe kavuştuğunu söylemiştir.

    Yine aynı yıllarda, 1906 yılında İstanbul’da Yıldız Sarayı, Beyoğlu ve civarının elektrikle aydınlatılması için Siemens Şirketinin, 1909 yılında Boğaziçi’nin Asya sahillerini aydınlatmak için Paris Elektrik Şirketinin ve 1910 yılında aydınlatma, telefon ve kanalizasyon sistemleri için ‘’British Westinghouse Electric and Manifacturing’’ şirketlerinin imtiyaz talepleri olmuştur. Ancak bu imtiyaz talepleri kabul edilmemiştir.

    Bütün bu çalışmalardan sonra gecikmeli de olsa sıra Payitaht İstanbul’un Caddeleri, sokakları, evleri kısaca açık ve kapalı mekânların elektrikle aydınlatılmasına gelmiştir.

    İstanbul’un elektrifikasyonu için yapılan girişimler
    33 yıllık iktidarı süresince İmparatorluğu’nun çok sayıda önemli projelerine imza atan Sultan II. Abdülhamit, ne var ki çağdaş medeniyetin en önemli buluşlarından elektriğin ülkemize getirilmesinde yavaş hareket etmiştir. Avrupa’nın önemli merkezleri elektriğin bütün imkânlarından yararlanırken başta İstanbul olmak üzere ülkemizin çoğu yerleşim yerleri medeniyetin bu imkânlarından yoksundu. Sultan II. Abdülhamit’ten sonra tahta çıkan Sultan V. Mehmet Reşat döneminde (1909-1918) ise artık çok geç kalınmıştır. Koca İmparatorluk Trablusgarp savaşı (1911), I. ve II. Balkan Savaşları (1912-1913), I. Dünya Savaşı (1914-1918) ile dağılma sürecine girmiştir.

    Elektriğin sadece aydınlatmada değil güvenlik için de önemini kavrayan Bâb-ı Alî ’nin ilk icraatlarından birisi öncelikle İstanbul’un elektriğe kavuşturulması olmuştur. Bunun için yapılan ilk çalışma, 10 Haziran 1910 tarihinde çıkarılan “Menafi Umumiye Müteallik İmtiyaz” yani “kamu yararına ilişkin ayrıcalıkları düzenleyen yasa” nın çıkartılmasıdır. Bu yasa ile enerji alanında ülkemizde yatırım yapacak yabancı sermayeye imtiyazlar sağlanmıştır.

    Yine aynı yıl içerisinde İstanbul’un elektrik imtiyazı konusunda yapılan ihaleye 8 şirket katılmış ve ihaleyi ‘’Macar Ganz elektrik şirketi ‘’ kazanmıştır. İstanbul’da elektrik üretimine imtiyaz veren şartnamenin 2. Maddesinin 3. Fıkrasında elektrik imtiyazı yetkisinin genel taşıma araçlarına elektrik verilip çalıştırılması konusunu kapsamadığı açıkça belirtilmiş ve Tramvay Şirketi korunmuştur. Sultan V. Mehmet Reşad başkanlığında 1 Ekim 1910 tarihinde toplanan hükümet’in onayıyla Macar Ganz Anonim Şirketi’ne 50 yıllık çalışma yetkisi verilmiştir. Anlaşmayı firma adına Fökyö Varnan ve Jiro Loşor imzalamıştır.

    Ganz elektrik şirketi, 25 Ekim 1910’da aldığı lisansa göre İstanbul'un belirli bölgelerinde, elektrik üretme ve satma yetkisine sahip olacaktır. Ancak, o sıralarda, İstanbul’un Avrupa yakasının ‘’sokak ve ev aydınlatması’’ imtiyazı, ‘’İstanbul Havagazı Şirketi’ ’nin elinde olduğu için Ganz Elektrik Şirketi öncelikle Rumeli Yakasında, Yeniköy'deki 20. Belediye Dairesinin sınırlarını kapsayan bölgede faaliyet gösterecektir. Ayrıca. Ganz Şirketi, Kabataş’ta 500 Beygir Gücü’nde (BG) 2 adet lokomobil kuracak, kayışla müteharrik dinamodan elde ettiği 500 voltluk doğru akımı o zamana kadar at ile çekilen tramvaylara uygulayarak, Galata-Ortaköy arasını ‘’Elektrikli Tramvay’’ haline getirecektir.

    Yine aynı şirket, Haliç’in kıyısında, Silahtarağa’da satın aldığı arazide 3x6700 Beygir Gücünde(B.G), 1500 devirli, toplam 13.400 Kilovat(KW) verebilen türbo-alternatörden ibaret bir santral kuracaktır.

    Ganz şirketi bir taraftan yükümlülüğünü yerine getirirken diğer taraftan şirkete finansman desteği sağlamak için ‘’Banque Generale de Credit Hongrois ve Banque de Bruxelles’’ isimli Belçika firmalarıyla birleşerek, 1911’de, her biri 22 Osmanlı altını değerindeki 24.000 hisseden oluşan ‘’Osmanlı Anonim Şirketi’ ‘ni kurmuştur. Bu arada Ganz şirketi taahhüt ettiği işleri yapabilmesi için ‘’İstanbul Havagazı Şirketi’’ nin imtiyaz süresinin bitmesini beklemek zorunda kalmıştır. (16)

    Osmanlı Devleti’nin ilk ve son termik santrali; Silahtarağa, 1914
    Birbiri ardına yapılan savaşlar ve bunun ekonomi üzerindeki olumsuz etkisi v.b olumsuz koşulların hüküm sürdüğü bir ortamda İstanbul’da elektrik santralinin kurulması hükümet için geç de olsa önemli bir karardı. Ama yapılacak santral için ciddi anlamda bir ön hazırlığın yapılması gerekmektedir. Mesela bu ön çalışmalardan bazıları: yapılacak elektrik santrali için uygun bir yer seçilmeasi ayrıca seçilen yerin kamulaştırılması için mali kaynak teminidir. Santralın kurulmasıyla işler bitmemektedir; santralinin kurulması, işletilmesi ve üretilen elektriğin tüketileceği yerlere kadar emniyetli olarak taşınması için yetişmiş teknik elemana ihtiyaç vardır. Oysa o yıllarda yetişmiş teknik eleman sayısı yok denecek kadar azdı. Hele birde bu işin ilk olması yapılacak işi daha da önemli hale getirmekteydi.

    İstanbul’da kurulacak santral için başlangıçta hidrolik santral düşünülmüştür. Ancak hidrolik santralin çalışabilmesi için yeterli akarsu yataklarının bulunmayışı nedeniyle şirket termik santral yapımını uygun görmüştür.

    Santral’in yer seçiminde Silahtarağa tercih edilmiştir. Şehir merkezine yakın olması, ulaşım yollarının kömür taşımacılığına elverişli olması nedeniyle Haliç kıyısında bulunan Silahtarağa’da termik santralin kurulması uygun yer olarak görülür. Bu sayede, santralin elektrik üreten türbinlerin soğutulması için gereken suyun büyük bir bölümü Haliç’in suyundan karşılanacaktır. Diğer bir avantaj da santralin ihtiyacı olan kömürün Zonguldak havzasından İstanbul’a nakliyesindeki kolaylıktır. Kömürün mavnalara yüklenerek Haliç yoluyla santrale ulaştırılmasının yanında, aynı dönemde kurulmaya başlayan Kâğıthane-Kemerburgaz demiryolunun da kullanılabileceği düşünülmekteydi.

    Silahtarağa Elektrik Santrali1911 yılında, Dersaadet Elektrik Şirketi tarafından elektrik santrali için Silahtarağa’da 118.000 m²’lik bir arazi satın alınır. Ganz Elektrik Şirketi, lisansın alınmasından bir yıl sonra Silahtarağa tesislerinin inşasına başlar. Santral için gerekli olan malzemeler yurt dışından ithal edilir. Çok kısa sürede: 3x6700 Beygir Gücünde(BG) ve 1500 devirli, toplam 13.400 Kilovat (KW) güç üreten türbo alternatör’lerden ibaret santrali işletmeye hazır hale getirir. 1913 yılının Haziran ayında bitirilmesi düşünülen santral, Balkan savaşları ve 28 Eylül 1913 tarihinde İstanbul’daki sel felaketi yüzünden altı ay gecikmeli tamamlanır.

    Elektrik hatlarının çekilmesiSantral yapılırken Beyazıt, İstinye ve Tozkoparan'daki transformatör Merkezlerinin yapımları da eşzamanlı olarak tamamlanır. Bu arada Pera bölgesinin aydınlatma imtiyazını elinde bulunduran Pera Şirketi'yle imtiyaz meselesi halledilir. Ve I. Dünya Savaşı arifesinde, Silahtarağa santralinden transformatör merkezlerine, Dolmabahçe Sarayı ve Galata-Ortaköy hattında bulunan tramvay hatlarına 11 Şubat 1914'te ilk elektrik verildi. Bundan üç gün sonra İlk elektrikli tramvaylar 20 Şubat 1914 tarihinde Karaköy Meydanı'nda yapılan törenle Galata Köprüsü üzerinden geçmeye başladılar. Böylece ilk olarak 1871’de atlı tramvaylarla başlayan ulaşım yarım asır sonra daha modern hale getirilir. Ayrıca yine aynı bölgede bulunan konutlara elektrik verildi. Buna rağmen İstanbul’un çoğu yeri hâlâ elektrikten istifade edemiyordu. (17)

    Galata Ortaköy tarmvay hattının açılışıSilahtarağa Santrali’nin ürettiği elektriği kullanmaya başlayan birçok sanayi tesisi artık buharlı makinelerin yerine tezgâhlarını elektrik motoru ile çalıştırıyorlardı. 1913 yılında ülkemizin toplam elektrik gücü: 17.2 Megavat termik, 0.1 Megavat hidrolik güce ulaşmıştı(18). Ama arıza, bakım, yakıt eksikliği vb. nedenlerle bu gücün tamamı kullanılamıyordu bu da sık sık ve uzun süreli elektrik kesintilerine neden oluyordu.

    1913-1915 yılları arasında yapılan Sanayi Sayım bulgularına göre Osmanlı Devletinde çevirici güçlerin toplam kapasitesi 20 bin 977 BG idi. Bu gücün 15 bin 946 BG’si (%76) ile Buhar makineleri başat rol oynuyordu. Elektrikli makinelerin sayısı ise çok az olup toplam harcanan gücün 1342 BG’sini(%6) elektrik makineleri harcıyordu (Tablo-1). Bu değerler sanayileşmiş ülkelerin güç tüketimiyle kıyaslanamayacak kadar küçüktü ( Tablo-2). Ama buna rağmen Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde elektriğe olan ilgi artarak devam etmekteydi. Yerli teknolojiye sahip olamamamız nedeniyle elektrik motoru olmayan sanayi tesisleri Hükümet’ten alınan özel izinlerle hurda bakır karşılığında elektrik motoru ithal ederek sanayi tesislerini elektrikle donatmaya çalışıyorlardı.

    Mesela, Matbaa-i Bahriye için Viyana'da Siemens fabrikasından getirilecek elektrik motoruna karşılık iki yüz seksen kilo bakır ihracına müsaade edilmesi (1916); Levazımat-ı Umumiye Dairesi Beykoz Fabrikası'yla Unkapanı Değirmeni için sipariş edilen dinamo ve kabloya karşılık Avusturya Ganej Elektrik Fabrikası'na bakır ve kurşun ihracına müsaade edilmesi (30.5.1917); Asr matbaası için gerekli beş adet elektrik motorunu ithali karşılığında Viyana'ya yüz elli kilo bakır ihracına müsaade edilmesi (13.3.1918); Adana'da askeri gıda ihtiyacı için kullanılan bir değirmene Avusturya'dan satın alınacak elektrik motoruna karşılık hurda bakır ihracına müsaade edilmesi (24.07.1918); İzmit Mensucat Fabrikası’nın elektrik donanımlarına karşılık dört ton bakırın ihracına müsaade edilmesi (29.9.1918) vb. ‘’ (19) bu örneklerden birkaçıdır.

    Silahtarağa Santrali’nin akıbeti
    Silahtarağa elektrik santrali 1914 yılından 1983 yılına kadar toplam 69 yıl elektrik üretti. Ama ne var ki, santral’e yeni yatırım yapılamayınca gelişen teknolojiye ayak uyduramadı. Eski teknolojisiyle elektrik üretmeye devam eden santral ‘’yakıldığı kömür piyasada satılsa, ürettiği elektrikten daha çok gelir sağlar’’ duruma düşerek Mart 1983’te teknik ve ekonomik ömrünü doldurduğu gerekçesiyle ıskarta’ya çıkarıldı.

    Silahtarağa Elektrik SantraliYakın zamana kadar da İstanbul’a gelen yabancı ve yerli üst düzey konuklara iftiharla gezdirilen santral bugün bakımsızlıktan dolayı esrarengiz bir görünüm aldı. Ortaya çıkan bu durum bazı giyim firmalarının katalog çekimlerinde, film ve sanat yönetmenlerinin klip çekimlerinde tercih edilen mekan haline geldi. Sonuçta, Kültür Bakanlığı duruma el koyarak Silahtarağa santralinin tarihi miras olarak kabul edilip ‘'enerji müzesi'’ olarak düzenlenip halkın ziyaretine açılmasına karar verdi. Santralin restorasyon(yenileme) işlerini de Bilgi üniversitesi sahiplendi. Kültür Bakanlığı’nın Bilgi Üniversitesi ile Yaptığı protokole göre Bilgi Üniversitesi, hazırlanan proje gereğince Silahtarağa tesislerine 20 milyon dolara yakın bir yatırım yaparak, santral ve çevresindeki 118 dönümlük bölgeyi kültür ve sanat merkezine dönüştürecek, 20 yıl sonra da Silahtarağa’daki tesisler bakanlığa devredilecek. (20)

    Silahtarağa Elektrik SantraliSonuç olarak: Tarım Toplumu’nun öncü devletlerinden Osmanlı Devleti 17. yüzyıla girerken Batı Avrupa’da başlayıp giderek dünya’nın diğer devletlerinde de etkisini gösteren sosyal, siyasal, bilimsel ve teknolojik alanlardaki değişim ve dönüşümlere zamanında ayak uyduramadı. Gecikmeli de olsa bu eksikliğini telefi etmeye çalışmış ancak, bunda pek başarılı olamamıştır. Bu değişimlerden birisi de enerji kaynakları ve bunlara dayalı teknolojilerde oldu. Osmanlı Devleti, Sanayi Devrimi’nin itici gücü olan Enerji kaynaklarından: kömür, petrol, buhar, elektrik ve bu enerji kaynaklarına dayalı teknolojilere sahip olamayınca dışa bağımlı hale geldi.

    Devletler de aynı canlı varlıklar gibidir: Enerjileri olmadan yaşayamazlar enerjilerini ise doğada bulunan enerji kaynaklarından sağlarlar. Eğer bu kaynaklar da dışa bağımlıysa yaşama şansları da dışa bağımlı hale gelir. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasındaki nedenlerden birisi de enerji kaynakları ve bu kaynaklara bağlı teknolojilere sahip olamamasıydı. Tabii ki bu tek neden değildi ama önemli nedenlerden biriydi.

    Kaynak : http://www.teias.gov.tr/ebulten/makaleler/2012/OSMANI%20ELEKTR%C4%B0K/
    0 0
  • ilk buhar türbini

    Geçen TRT Belgesel kanalında izlemiştim, paylaşayım dedim..

    İlk Buhar Türbini
    Geleneksel teknoloji tarihleri buhar türbinin tasvirini ilk yapanın 1629’da Giovanni Branca olduğunu söyler. 1648’de John Wilkins Mathematical Magic adlı eserinde bir şişi çeviren buhar türbini tasvir etmektedir[1].

    Osmanlı astronomu ve mühendisi olan Takiyüddîn Muhammed ibn Ma’rûf er-Râsıd (1521-1585), 1546 tarihli et-Turuku's-Seniyye fî'l-Âlâti'r-Rûhâniyye (Otomatlar Üzerine Önemli Metodlar) eserinin 6. bölümünde döner şişi çevirmeye yarayan üç düzenek tarif etmektedir. İlk düzenek buhar gücüyle hareket etmektedir. İkincisi, hareketi sıcak hava türbiniyle çalışmaktadır. Üçüncüsü, nisbeten küçük bir gücü, çevirme koluyla hareket ettirilen dişli çarklar vasıtasıyla aktarma prensibine göre imal edilmiştir.
    http://4.bp.blogspot.com/_uJA72-Oocaw/SYoucokloqI/AAAAAAAAADQ/0wGFEGcWEl8/s400/buhartrib%C3%BCn%C3%BC.JPG
    Takiyüddîn'in eserinde tasvir ettiği buhar türbinin modeli (Fuat Sezgin'in kitabından[2])

    İlk düzenekte, kanatlı dolap benzeri bir türbin ile birlikte kapalı, ısıtılmış su kazanından bir boruyla dışarı çıkan buhar vasıtasıyla şiş dönmektedir. Takiyüddîn’in tarifine göre, borunun ağzı bir su kabına sokularak kazana yeniden su sevk edilir. Bu tür buhar düzeneklerinin kendi zamanında oldukça yaygın olduğunu bildirmektedir [2].

    Bu eser, İslam medeniyetindeki hiyel geleneğinin bir devamı olarak düşünülebilir. İlm-i hiyel, pnömatik ve hidrolik sistemlerin işleyişini ele alan bir disiplindir. Bu ilimde önde gelenler Benû Musa kardeşler (Ö.873) - Ebû Cafer Muhammed ibn Mûsâ ibn Şâkir, Ahmed ibn Mûsâ ibn Şâkir, El-Hasan ibn Mûsâ ibn Şâkir-, Ebû Reyhan Muhammed ibn Ahmed el-Bîrunî (973-1048), el-Cezerî (1136-1206), Endülüslü el-Muradî ve Takiyüddîn’dir [3].

    Takiyüddîn bu eserinde tasvirlerini verdiği mekanik aletler, hava, boşluk ve denge prensipleri üzerine yapılan çalışmalara dayanmaktadır. Kitap bir giriş ve altı kısımdan oluşmaktadır. Muhtevası şöyledir [4]:
    Birinci Bâb – Saatler hakkındadır.
    İkinci Bâb – Ağır yükleri kaldıran aletler hakkındadır.
    Üçüncü Bâb – Suyu yukarıya çıkaran mekanik aletler hakkındadır.
    Dördüncü Bâb – Şekilleri, çeşitli fıskiyelerden farklı olmayan, nakaratlı ve sürekli sesin yapımı hakkındadır.
    Beşinci Bâb – Çeşitli aletler hakkındadır.
    Altıncı Bâb – Bir hayvanın hareketi olmadan, kendi kendine dönen bir et kızartma aleti olan bir şişin kullanılışı hakkındadır.

    Referanslar

    [1] Ahmad Y. al-Hassan, “Taqi al-Din and the First Steam Turbine”, http://www.history-science-technology.com/Notes/Notes 1.htm

    [2] Fuat Sezgin, İslâm'da Bilim ve Teknik, Cilt V, 2007, s. 37-38.

    [3] Atilla Bir ve Mustafa Kaçar, “İslam Medeniye’tinde Hiyel Geleneği ve Takiyüddin Rasıd’ın Et-Turuku’s-senniyye Fî Alâtu’r-rûhaniyye Adlı Eseri”, Bilim ve Sanat Vakfı.

    [4] Yavuz Unat, “Türk Teknoloji Tarihinden İki Örnek: Cezerî ve Takiyüddîn”, I. Türk Bilim ve Teknoloji Tarihi Kongresi, 2001.
    0 0
  • Katin Katliamı

    Buna benzer bir paylaşım okumuştum teşekkürler
    0 0
  • İtalyanlar neden tek kurşun atmadan Anadoluyu bıraktı ?

    i̇talya savaşta etkin bir başarı da elde edemedi , caporetto denilen bölgede avusturya macaristan ve almanya'ya karşı çok da başarılı sayılmayacak savaşlarla iyice yıprandı,savaş süresince bahsedilen trento,trieste,istria ve dalmaçya kıyılarına askeri anlamda işgal edemedi sadece tampon bölge oluşturabildi o kadar, bahsettiğin gibi sömürgeci bir tutumla bu savaşa kadar bazı yerleri işgal etti ama savaşta etkin bir başarı sağlayamaması ve sömürgeci politikası i̇ngiltere , fransa tarafından çıkarlarına ters olduğu için yavaşlatılması için vaadedilen yerlerin yerilmemesi normal bir durum..aynı osmanlı devletinin zamanında savaşta kazanıp ,masada kaybetmesi gibi bir durum..Benim şahsi fikrim bu yönde..
    Savaşa gelirken petrolle ilgili kesimini gelirsek William Engdahl 'ın Petrol Savaşları kitabından bu süreci daha iyi takip edebiliriz.İngiltere 1.Dünya Savaşı öncesi Dünya'da bilinen petrolün % 12 sine sahipken savaştan sonra % 60 'ına sahip olduğunu yazar.Ayrıca 1914-1918 1.Dünya Harbi İngilizlerce ödünç alinmiş bir parayla kazanilmisti. Amerika ya 7.4 bilyon dolar borcu vardi..1915 te Çanakkale yenilgisinden sonra İngilizler Musuldaki petrol haklarini Fransizlara vermisti.Hatta birbaşka kaynakta 1915' te Yunanlıların savaşa girmesi karşılığında Aydın'ın onlara verilmesi için teklif yapıldığını okumuştum..
    Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda Amerika' nın yardımları ile ilgili bir yazı okumadım,ama Wilson ilkelerine bir dönem bel bağlandı ama işgaller başlayınca bunun boş bir şey olduğu anlaşıldı..Türkiye Cumhuriyeti 'nin doğuşu ise zaten tarihsel bir süreç içerisinde devam ediyordu..Meşrutiyetin ilanı ,sonra Abdülhamid Han tarafından kapatılması ve ülkenin toprak kayıpları giderek artarken ,osmanlıcılık,panislamizm gibi ideolojilerin pratikte işe yaramadığı ve Osmanlı içindeki diğer milletlerin Osmanlı'dan kopma denemeleri derken, 1.Dünya Savaşı sonucunda Vahdeddin'in bu savaşa öncü olmayıp kendi tahtını koruma girişimleri bu devletin kurulmasını hızlandırdı..Aslında 1.Dünya Savaşı petrol savaşlarının yanı sıra sosyolojisi ile de incelemeye değer , mesela bu etkileri şu belgeselde izleyebilirsiniz.. http://altyazili.org/the-first-world-war/
    Teşekkürler.@insearchofsunrise
    0 0
  • Tarih Boyunca Türk -Fransız İlişkileri

    Tarih Boyunca Türk-Fransız İlişkileri

    Türk ve Fransız milletleri arasında siyasi, askeri ve kültürel münasebetler bu iki milletin tarihlerinin ilk zamanlarından itibaren başlamaktadır. Hun Türklerinin lideri Attilanın 451 yılında Gallio (Galya) içlerine, Orleansa kadar devam eden akını, Türk-Fransız milletleri arasındaki münasebetlerin başlangıcıdır. Fakat esas münasebetler Müslüman batı Türkleri ile olmuştur. Alparslanın 1071 yılında Malazgirt Meydan Savaşını kazanmasıyla Anadolu topraklarına Türklerin yerleşmesi, Avrupa milletleri nazarında (günümüze kadar devam eden) bir Türk meselesi doğmasına sebeb olmuştur. Bu tarihten itibaren Anadolunun, daha sonra İstanbulun, Avrupa Rumelisinin Müslüman Türklere karşı savunulması ve kurtarılması, Hıristiyan Avrupa milletlerinin en başta gelen meselesi olmuştur. Bu maksatla Hıristiyan Avrupa, günümüze kadar devam eden, değişik şartlarda ve hüviyetlerde Haçlı seferleri düzenlemiştir. Hıristiyan Avrupa milletlerinden birisi olan Fransızlar da hangi idareye tabi olurlarsa olsunlar, bu Haçlı seferlerinde devamlı rol almışlardır. Bu sebeplerledir ki askeri ve kültürel temaslar yüzyıllar boyunca devam edip gelmektedir.

    Papa İkinci Urbonus, bütün Hıristiyan Avrupa devletlerini birleştirip hem Türkleri durdurmak hem de Kudüsü almak fikriyle faaliyete başladı. Türklere karşı ilk tepki Fransada kendini gösterdi. İlk Haçlı kafilesini Pierre lErmite adlı bir Fransız keşişi harekete geçirdi. Etrafında 50.000 Fransız topladı. Bu kafile Kudüsü almak hülyasıyla Fransadan ayrıldı (1096). (Bkz. Haçlı Seferleri)

    1147-1149 tarihleri arasında Fransa Kralı Yedinci Louis ile Almanya İmparatoru Üçüncü Konrad İkinci Haçlı Seferini başlatarak Anadolu üzerine yürüdüler. İlk dalga 75.000 kişilik ordusuyla Alman ordusu idi. Selçuklu Sultanı Birinci Mesud, Haçlı kuvvetlerini yok etti. Alman kralı 5000 askeri ile zor kaçabildi. Fransa Kralı Alman askerlerinin döküntülerini de toplayarak 155.000 kişilik ordusuyla sefere devam etti. Sultan Birinci Mesud, Haçlıları Toros geçitlerine çekti. Toroslarda müthiş zayiat veren Fransız askerleri, Antakyaya sığındılar. Şama yaklaştılar. Bu şehrin varoşlarında Türkler tarafından bir defa daha bozulup geriye atıldılar.

    1189-1192 yılları arasında yapılan Üçüncü Haçlı Seferini tertipleyenler ve bizzat idare edenlerin içinde Fransa yine vardı. Fransa Kralı Philippe-Auguste, İngiltere Kralı Aslan Yürekli Richard (Fransız asıllıdır), Almanya İmparatoru Friedrich Barbarossa gibi üç şahsiyet bu seferi bizzat idare ettiler. Filistinde buluşarak Kudüse saldıran Haçlılar, Selahaddin Eyyubi ile yaptıkları savaşta ağır zayiatlar vererek hiçbir netice alamadan memleketlerine döndüler.

    Kudüsün yine Türklerin eline geçmesiyle Fransa Kralı Saint Louis ve kardeşlerinin kumandasındaki Haçlılar, 1248-1254 yılları arasında Yedinci Haçlı Seferini tertip ettiler. Fransa kralı komutasındaki Haçlılar Mısıra çıktılar. O sıralar Mısır-Suriye ve çevre ülkeler Türk Memluklerin elindeydi. 1250'de Mansure Meydan Muharebesinde büyük bir bozguna uğrayan Haçlılar, Fransa kralını da Türk Memluklere esir vererek dağıldılar.

    Esaret yıllarından sonra memleketine dönen Fransa Kralı Saint Louis, intikamını almak için Sekizinci Haçlı Seferini tertip ederek 1270 yılında Tunusa çıktı. Fakat bir kuşatma esnasında öldü. Bundan sonra, kısa zamanda yakın doğudaki Haçlı topraklarının tamamı Türkler tarafından alındı. Haçlı seferlerinin başlamasından iki asır sonra Yakın Doğuda Haçlılardan hiçbir iz kalmadı.

    Daha sonraları Osmanlı Türklerine karşı olsun, şimdiki TürkiyeCumhuriyetine karşı olsun yapılan sıcak ve soğuk harbler yine Haçlı zihniyetinden kaynaklanmasına rağmen, ilk sekiz Haçlı seferinden ayrı olarak mütala edilmektedir.

    İlk sekiz Haçlı seferlerinden sonra Türk ilerleyişi bir müddet yavaşladı. On dördüncü yüzyılın başında Yıldırım Bayezid zamanında Avrupa Rumelisini ve İstanbulu tehdid eden bir güç haline geldi. Bu Türk tehlikesi karşısında Hıristiyanlığı kurtarma gayretlerinde Fransızlar tekrar faal görev aldılar.

    Macar Kralı Sigismondun yardım talebine Fransa kuvvetli bir orduyu destek olarak gönderdi. Bourgogne Veliahtı Jean Seans Peur komutasında (Korkusuz Jan), Philippe dArtois, Mareşal Jean de Baurbon, Henri de Bar, Prens Enguerrand ve Guy de Tremoville ve daha birçok Fransız asilzadesi çok şatafatlı bir ordu ile bu Haçlı seferine katılmışlardı. Bu sefer için Fransadan başka İngiltere, İskoçya, Almanya, Polonya, Bohemya, Avusturya, Macaristan, İtalya, İsviçre, Belçika, Venedikliler, Rodos şövalyeleriyle diğer Avrupa memleketlerinden 200.000 kişilik büyük bir Haçlı ordusu toplandı. Sırbistan ve Eflak üzerinden iki kol halinde gelen ordu, yollarda karşılaştıkları binlerce silahsız Türkü esir alarak hiç sebepsiz kılıçtan geçirerek Niğbolu Kalesi önünde birleştiler.

    Niğboluda Yıldırım Bayezid Han karşısında ağır bir hezimete uğrayan bu Haçlı ordusunun bıraktığı esirler arasında 27 büyük Fransız asilzadesi bulunuyordu. Fransa, esirlerini ancak 200.000 duka altını nakit ve 100.000 duka kıymetinde fidye karşılığında kurtarabildi. Fransız komutanı Jean Seans Peur (Korkusuz Jan) ancak 10 Mart 1398de Parise dönebildi.

    1444 Varna Koalisyonuna bütün ısrarlara rağmen Fransa katılmadı. 1501 yılında Osmanlı-Venedik savaşına katılan Fransa, Osmanlıya karşı denizden harekata girişti. Amiral Ravasteinin komutasında 10.000 yaya askeri ile takviye edilmiş Fransız donanması, 1501 Eylülünde Midilli Kalesini kuşattı, ancak Manisa Sancakbeyi Şehzade Korkutun Ayvalıka gelmesi ve Osmanlı donanmasının Ege Denizine açılması üzerine korkuya düşen Fransızlar, Midilliden alelacele çekildi ve dönüş esnasında Çuka Adası açıklarında fırtınaya kapılarak hepsi sulara gömüldüler. Bu olaydan sonra yüzyıllarca, Fransız harp gemileri Türk sularında görünmediler.

    Ancak Almanya İmparatoru 1519da ölünce, Almanya İmparatorluğuna heveslenen Fransa Kralı Birinci François, Avrupa İmparatorluğuna seçilirse 3 yıl içinde Türkleri İstanbuldan ve Avrupadan silip çıkaracağını ilan etmeye başladı. Ne var ki İmparatorluğa İspanya Kralı Beşinci Karl (Charles-Quint) seçildi.

    Ne gariptir ki; Fransa Kralı Birinci François, 1525 yılında İspanya İmparatoru Şarlken ile Pavrada yaptığı savaşta yenilip esir düşünce, esaretten kurtulabilmek ve Fransayı kurtarabilmek için üç yıl içinde İstanbuldan ve Avrupadan kovacağını ilan ettiği Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman Handan imdat istedi. Ana Kraliçe Louis de Savore, muhteşem Osmanlı Sultanına, Kont Jean Frangioniyi yardım istemek üzere gönderdi. Yaralı bir annenin gözyaşlarını dindirmesini rica eden mektubunda Kanuniye şöyle yalvarıyordu:

    "İspanya Kralı Şarlken, oğlum Fransuvayı Pavi Muharebesinde tutup hapseyledi. Şimdiye kadar oğlumun kurtuluşunu Şarlın insaniyetine bırakmış idim. Halbuki malumunuz olan insaniyeti icra etmedikten başka, oğlumun hakkında hakaret dahi etmektedir. İmdi alemin musaddakı olan azamet ve şanınız ile oğlumu düşmanımızın pençe-i kahrından halas ile ibraz-ı übbehet buyurmanızı zat-ı şahanenizden bilhassa niyaz ederim."

    Esir Fransız Kralı Birinci Fransuvanın gönderdiği mektup da şöyle idi: "Dünyanın Cihad-ı mamuresinden birçok ülke ve biladın hakim ve padişahı ve bilcümle mazlumların dadhanı olan Sultan-ı muazzam ve Hakan-ı mufahham hazretlerine arzım budur ki: Macaristan Kralı Birinci Ferdinandın üzerine hücum ettiğinizde, biz dahi himmet ve inayetinizle hapisten halas olup, İspanya Kralı Şarlkenin üzerine hücum edip, öcümüzü alırız. Siz ki Şehinşah-ı celilüşşansınız, onun hakkından gelinmeye inayet buyurulduğu halde, bundan böyle bende-i nimetşinasınız olduğuna iştibah buyurulmıya." Kanuni Sultan Süleyman Han, kendinden yardım bekleyenlere, Türk asalet ve mertliğini esirgemedi. Birinci Fransuvaya (François) şu mektubu gönderdi: "...Ben ki sultanlar sultanı, hakanlar rehberi, yeryüzü hükümdarlarının tacı, Akdenizin, Karadenizin, Rumelinin, Anadolunun, Karamanın, Zülkadriyyenin, Diyarbakırın, azerbaycanın, Acemin, Şamın, Mısırın, Mekkenin, Medinenin, bütün Arap diyarının ki -ulu atalarımın kılıçlarının kuvveti ile fethedilmişti- ve kendimin fetheylediğim nice diyarın sultan ve padişahı, Bayezid Han oğlu Selim Han oğlu Sultan Süleyman Hanım.

    Sen ki; Frençe vilayetinin kralıFrançeskosun, huzuruma yarar ademin Fran Jan ile mektup gönderip, bazı ağız haberi de yollayarak memleketinize düşman girmiş olduğunu ve hapsedildiğinizi bildiriyorsunuz. Kurtulmanız hususunda benden inayet ve medet ve istida eyliyorsun. Her ne ki demişsen benim huzuruma arz olundu. Şimdi padişahlara sinmek ve hapis olmak caiz değildir. Gönlünüzü hoş tutun, kalbiniz kırılmasın. Bizim ulu atalarımız daima düşmanı def ve memleketler feth için seferden uzak kalmamışlardır. Ben de onların yolunu tutup memleketler, yalçın kaleler fethederek gece gündüz atımız eğerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. Cenab-ı Hak hayırlar nasip eylesin. Durumu ve haberleri ademinizden öğrenirsiniz."

    Kanuni Sultan Süleyman Han bu mektubuyla üç maksat düşünüyordu: Birincisi kendinden yardım bekleyen kimseyi yardımsız bırakmamak, ikincisi Müslüman-Türk dünyasına bir bütün halinde saldıran Hıristiyan aleminde bir gedik açmak, üçüncüsü Türklere düşmanca davranan Macarlara haddini bildirmek. Nitekim Kanuni Sultan Süleyman Han, hem Fransız kralını kurtarmak, hem de Macarlara haddini bildirmek için orduya hazırlık emrini verdi. Sultan, Fransa kralına vaadini yerine getirdi.

    Kanuni Sultan Süleyman, Türklere karşı daima birleşik hareket eden Avrupayı parçalamak ve Türk hakimiyetini kabul ettirmek için Fransayı yaşatmak ve kalkındırmak gerektiğini görmüş, bu maksatla Fransaya kapitülasyon denen bazı imtiyazlar tanımıştı. Fransa da bu ticari imtiyazlara karşılık, Osmanlı himayesinde bir devlet olmayı kabul ediyor, her yıl muayyen bir vergi ve padişaha belirli hediyeler vermeyi taahhüt ediyordu. Daha sonra Osmanlı donanmasının Fransız sahillerini koruması da kararlaştırılmıştı. Antlaşma gereği olarak 1543 yılında Osmanlı donanması Toulon limanında üslendi. Nice Kalesini fethederek Fransaya teslim etti. Ayrıca İspanya ve İtalya sahillerini de kontrol altına alarak Fransanın istiklalini sağlama aldı. Fransa da, Osmanlı donanmasının bir kısım masraflarını karşılamak üzere Barbarosa 800.000 duka altın ödedi.

    Osmanlının Fransayı destekleme siyaseti, Kanuniden sonra da devam etti. Osmanlının garantisi olmasaydı, Fransanın diğer güçlü Avrupa devletleri tarafından yutulması muhakkaktı. Fransa, Osmanlıdan aldığı ticari imtiyazlar ve İngiltere ile yaptığı ticari antlaşmalarla güçlenmeye ve kalkınmaya başladı. Hatta Ondördüncü Louis zamanında Fransa, Avrupanın en kudretli krallıklarından biri oldu. Bu durumda Türk-Fransız münasebetleri yeni bir safhaya girdi. Ondördüncü Louis artık Osmanlıya ihtiyaç duymadığı için Osmanlının düşmanlarına, bu arada Giritte savaşan Venediklilere yardım etti. İki devlet arasında başlayan soğukluk Fransanın 1664te Cezayire tecavüz etmesiyle son haddini buldu. Cezayir saldırıları, Cezayir yeniçeri ağası Şaban Ağa tarafından bertaraf edildi. Fransanın, İstanbuldaki elçisi Laltaye-Ventelek, Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmed Paşanın hakaretine maruz kalarak kapitülasyonlar uygulamadan kaldırıldı. Fransız ticareti büyük zararlara uğradı. Ondördüncü Louis, Osmanlı ile antlaşma mecburiyetinde olduğunu anlayınca, İstanbuldan bir Türk elçisi istedi. Divan-ı Hümayun mağrur Fransa kralını tahkir için, dördüncü dereceden bir subay olan Süleyman Ağayı gönderdi. Süleyman Ağa, Fransada muhteşem törenlerle karşılandı.

    Bu sırada Kandiyede, Türklerle Fransızlar arasında çarpışmalar devam ediyordu. Neticede 24 Ağustos 1669da Kandiyeden ayrılmak zorunda kaldılar. Bir taraftan da Cezayir leventleri Fransaya karşı 1662 ve 1669da iki sefer yaparak Lyon, Marsilya ve Cöte dAzurü taradılar.

    Osmanlıya karşı olmanın zararlarını gören Ondördüncü Louis eski dostluğu kurmaya çalıştı. Gönderdiği elçilere Divan-ı Hümayunda değer verilmedi. Elçilerin gayretleri sonuçsuz kaldı. Buna rağmen Ondördüncü Louis, Türklerle barıştığı ve ittifak yaptığına dair aslı olmayan ilanlar vererek Paris sokaklarında tellallar dolaştırdı. Onun bu tutumu, muhalifleri ve Katolikler tarafından Türklere yaltaklanmak şeklinde değerlendirildi. Fransanın gerek Giritte, gerek Soint Gothardda Osmanlının düşmanları safında gayri resmi olarak savaşması, tepki ile karşılanmış, Türk leventleri Akdeniz sahillerinden başka, Atlas Okyanusu sahillerini de abluka altına almışlardı.

    1681 yılında Cezayir donanması bir Fransız filosunu bozarak 29 gemiyi zaptetti. Fransanın Türklere karşı görevlendirdiği Amiral Buquenne bu saldırılara karşı koyamadı. Bu sırada 9 Cezayir gemisinin Sakız Tersanesinde tamir edildiğini haber alan Amiral, Sakız limanını basarak, limandaki gemileri ve şehri bombaladı. Bu tutum karşısında Osmanlı hükumetinin tepkisi sert oldu. Sadrazam Kara Mustafa Paşa, Ondördüncü Louisden şahsen tarziye ve tazminat vermesini istedi. Aksi halde Fransa üzerine sefer açılacağını Fransız elçisine bildirdi. Fransa Kralı büyük bir korkuya kapılarak, Bozoklu Mustafa Paşanın tesbit ettiği 60.000 altın kuruş ve 4.800.000 (yani 960 kese) akça tazminatı ödedi. Ondördüncü Louis, kendisine çok ağır gelen bu harekete karşılık, Osmanlının Avrupa ile yaptığı ve bozgunlarla neticelenen savaşlardan istifade ederek intikam almak istedi. 1689 Temmuzunda 41 parçalık Fransız donanması Cezayire gelerek 16 gün kaleyi top ateşine tutmuşsa da, Mezomorta Hüseyin Paşa, Fransızları çekilmeye mecbur etti. Ancak Fransanın Avrupa harbine katılmasını önlemek isteyen Osmanlı idaresi, tutumunu yumuşatmış, kaldırılan kapitülasyonları tekrar iade ederek, Fransanın Osmanlı politikasında eski yerini almasını sağladı.

    On sekizinci yüzyılda Osmanlı, Avrupa politikasında Fransanın durumuna göre kendini ayarladı. Bu arada karşılıklı kültürel temaslar ve antlaşmalar yapıldı. Ancak 2 Temmuz 1798de Napolyonun İskenderiyeyi işgal etmesi ile münasebetler tekrar bozuldu. Napolyon Bonaparte, 19 Mart 1799da Akka Kalesini kuşattı, fakat kale müdafii Cezzar Ahmed Paşa karşısında tutunamayıp 64 gün süren muhasarada askerinin yarısını zayiat vererek geri çekildi. 25 Haziran 1802de Pariste imzalanan bir antlaşma ile Türk-Fransız dostluğu tekrar kurulmaya çalışıldı.

    On dokuzuncu yüzyılda Fransız politikası, eski Yunan medeniyetine duyulan sempatinin garip bir tezahürü olarak Rum çetecilerinin desteklenmesi, buna rağmen Osmanlıya dost görünmek şeklinde devam etti. 1870ten sonra Türk-Fransız münasebetleri gittikçe gerilemiş, genellikle istismar emeline dayanan Fransa siyaseti özellikle Sultan İkinci Abdülhamid Han ve Balkan Savaşlarından sonra Türk politikacıları tarafından kınanmış ve Fransa, Almanya, İngiltere hatta Rusyadan sonra değer verilen bir devlet olmuştur. Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşına İttihat ve Terakkicilerin hatalı siyaseti ile katılınca, İngiltere veFransa ile savaş durumuna düşmüştü.

    Fransa ve İngiltere daha savaşın başında boğazları ve İstanbulu alarak Osmanlı Devletini saf dışı bırakmak istiyorlardı. Bu maksatla Fransız ve İngiliz gemileri 19 Şubat 1915te Çanakkaleye yüklendiler. Denizde ve karada yapılan müthiş savaşlarla Fransız ve İngilizler, Çanakkalenin geçilemeyeceğini öğrenerek askerlerini geri çektiler. Fakat 1918 yılında Osmanlının da içinde bulunduğu İttifak devletlerinin mağlubiyeti kabul etmesiyle Kasım 1918de Birinci Dünya Savaşı fiilen sona erdi. Osmanlı Devleti ise, 30 Ekim 1918de Mondros Mütarekesini imzalayarak savaşı bıraktı. Fransa, Mondros Mütarekesine dayanarak Güneydoğu Anadoluda Antep, Urfa, Maraş gibi vilayetlerimizi işgal ederek çok ağır cinayetlerde bulundular. Fakat mahalli halkın büyük direnişi karşısında tutunamayıp, çekilmeyi ve Türk hükumeti ile antlaşma yapmayı kabul ettiler. Yeni Türk hükumeti ile 20 Ekim 1921de AnkaraAntlaşmasını yaparak Anadoludan çekildilerse de, bugünkü sınırlarımız içinde kalan Hatay, Fransızların işgali altında kaldı. Türkiye ile Fransa arasında 30 Mayıs 1926da Dostluk Sözleşmesi imzalandı. 30 Haziran 1939da yapılan Türk-Fransız Antlaşması ile Hatayın anavatana ilhakı kabul edildi.

    Tarih boyunca Türk-Fransız ittifaklarını Fransızlar daima istismar etti. Türkler her zaman ihanetle karşılaştılar.
    0 4
  • enver paşa

    Enver Paşa vatansever bir askerdir ,balkanlarda az mı savaştılar bulgar,sırp, yunan çeteleriyle,ona keza İtalyanlara karşı Trablusgarp'ta...Velhasıl fazla tutkulu ama işini bilen bir kişilikti,çok genç yaşta çok hızlı yükselmiş ve nihayetinde Osmanlı Devletinin idam fermanını imzalamışlar İttihat ve Terakki Yönetimi olarak...Sarıkamış Cephesi için de fazla acele edildiği doğrudur, ama oraya gönderilen kışlık giyecekleri taşıyan 2 gemi karadeniz kıyılarında ruslar tarafından batırılmış diye okumuştum bir yerde,buna rağmen ne diye sürersin vatan evlatlarını ucuz maceraya...Gerçi şöyle bir durumda var o dönem ilişkilerine bakıldığında İttihat ve Terakki yerine başka bir partide olsaydı biz yine Almanlarla beraber bu savaşa girecektik,sonuç ne kadar değişirdi tartışılır..Allah rahmet eylesin bu zamanın yöneticilerine bakınca bu insanlar gerçek vatanseverler...
    0 0
  • Ya Osmanlı 1. Dunya savaşından galip gelseydi ?

    İsrail'in kurulması engellenir miydi orası soru işareti ? Wilhelm Osmanlıyı ziyaret ettiğinde o bölgeyi de gezmiş ve Theodor Herzl ile de görüşmüştü..1890 yıllarından beri o bölgeye yahudi göçü devam ediyordu..Ayrıca o bölgede toprak bütünlüğü ne derece korunurdu tamamen Almanların bakış açısına kalıyordu , gerisini tahmin etmek güç değil...Ama olmamış olaylara yorum yapmaktansa o dönem şartlarında etkin olan siyasi ,kültürel eğilimlere bakmak daha mantıklı yorumlar yapabilmemizi sağlar..
    0 0
  1. Yeni Konu Ekleme

    Bu alana yazacağınız yazı sizin konu başlığınız olacaktır. Eğer konunuz var ise listelenecek, eğer konunuz yok ise yeni konu ekleme sayfasına yönlendirileceksiniz. Konu başlığınızı yazdıktan sonra ileri butonuna yada enter butonuna basınız.

  2. Arama Butonu

    Arama butonuna basarak sayfaya yönlendirileceksiniz.