• abdulhamid han'ın dünyasına kısa bir bakış bölüm 7/9

    ikinci meşrutiyet

    1. meşrutiyet’in tatil edildiği vakit manzara gerçekten vahimdi. osmanlı topraklarının neredeyse üçte biri elden çıkmıştı. yüklü bir tazminat borcu maliyeyi kıskıvrak bağlamış bulunuyordu. hele en verimli toprakları ve üretken halkıyla rumeli topraklarının büyük kısmının kaybedilmiş olması, sonuçları bakımından hem 2. abdulhamid’in “ittihad-i islam” siyasetine yönelmesinde belirleyici olmuş, hem de devletin demografik ve ekonomik yapısında sarsıcı değişimler doğurmuştu.
    1908’deki toplum, eğitim seviyesi bakımından 1878’dekinden daha geride değil, kesinlikle daha ilerideydi. iletişim ve ulaşım bakımından da öyle…
    öte yandan tabii ki 30 yıl az buz bir zaman dilimi değildi. zaten toplumu kendi haline bırakırsanız, o da bu süre zarfında belli bir mesafe alacaktı ister istemez. doğru. ancak bu sürede yapılanları, hele merkezinde müslümanların yer alacağı bir “osmanlı milleti” vücuda getirme amacına yönelik olarak eğitimden teknolojik altyapıya, ordunun yeniden organize edilmesinden sosyal yatırımlara ve yardım kuruluşlarına kadar, en önemlisi de ideolojik bir çerçeve ve “teritoryal” bir vatan anlayışına kadar pek çok alanda atılan devasa adımları inkâr etmek mümkün değildir. bunlar, yalnız ittihat ve terakki’ye değil, sonradan türkiye cumhuriyeti’ne de miras kalacak büyük bir mirasın parçalarıydı.
    düşünün ki, 1877’de açılan ilk mecliste müslüman ve gayrimüslim milletvekillerinin eğitim, kültür ve bilinç düzeyleri arasındaki ilkinin aleyhine oluşmuş bulunan bu ciddi fark, 1908 meclisinde büyük ölçüde kapanmış bulunmaktadır. artık vatan denilince anlaşılan, herkesin ucundan çektiği bir “kartaca derisi” değildi; birlikte olmanın daha fazla yarar sağlayacağına dair belli bir bilinç –yetersiz de olsa- oluşmuş bulunuyordu.
    ve sonrası…
    anayasal (meşruti) monarşinin henüz ilk yılı dolmadan tepeden inme bir askeri müdahaleyle karşılaşıldı. rumi takvimle 31 mart 1325’te, miladi takvimle 13 nisan 1909’da ayaklanma başladı, ardından da hareket ordusu, gönüllü taburlarla birlikte selanik’ten gelip yönetime el koydu. istese düzensiz bir birlik olan hareket ordusunu anında yok edebilecek olan fakat kardeş kanı akmasın diye saldırı emrini vermeyen sultan’ı, bir yıl önce tahttan indirmeyi başaramadıkları ve bu yüzden de kendileri için sürekli bir rahatsızlık kaynağı olan sultan 2. abdulhamid’i bu defa alaşağı etmeyi başardılar.
    artık önlerindeki en ağır engel de kalkmıştı. kim tutabilirdi ki ittihat ve terakki’nin yüce şeflerini?
    bu da yetmedi, ülkeyi kurtaracakları, beyaz sayfa açarak talihini değiştirecekleri, devleti yeniden fethedecekleri iddialarıyla dağa çıkanlar, sadece 3,5 yıl sonra hürriyet ayaklanmasını bağrında yeşerttikleri balkan topraklarını dahi korumayı beceremediler. iç çatışma, orduya siyasetin bulaşması, hizipçilik, acemilik vb. etkenlerle osmanlı’nın ilk başkentlerinden edirne, bulgar çizmeleriyle çiğnendi.

    soruların ağında abdülhamid

    sultan abdulhamid, baskıcı mıydı?
    tanzimat’ın ilk dönemi hariç, 1946’ya kadarki türk siyasi hayatının neredeyse tamamı, genellikle liderler (sultan abdulhamid, enver paşa, atatürk, ismet inönü), yani “tek adamlar” üzerinden gitmiştir (aynı şekilde almanya’da prens bismark, imparator 2. wilhelm gibi). o dönem avrupa’sının siyasi yapısı demokrasi değil, monarşiler ve tek adam yönetimleri ve onlara muhalefetle seyreder. yani abdülhamid’in tek adam yönetimi yalnız değildir kendi çağında; brezilya’dan rusya’ya ve belçika’dan japonya’ya kadar uzanan bir coğrafyada pek çok meslektaşa (!) sahiptir.
    batı’da demokrasi vardır dememize rağmen avrupa ülkeleri birkaç istisnasıyla, otoriter bir yapıya sahiptir. biz bugünden baktığımızda abdülhamid’in idaresinde belki otoriter ve istibdad benzeri bir görüntü bulabiliriz. (françis georgeon onun yönetimine “otokrasi” adını verir.) çünkü biz bugün çok partili, seçimlerle belirlenen bir yönetime sahip siyasetin çoğullaştığı bir ortamda yaşıyoruz. oysa 19. yüzyıl’a baktığımızda osmanlı devleti, rusya’dan ingiltere’ye, italya’dan almanya’ya kadar pek çok devletin siyasi ve diplomatik kıskacında bulunuyor ve her allah’ın günü topraklarından bir parçası daha kopartılmak isteniyordu.
    böylesine çetin bir dönemde “ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” gibi bir düşünce içinde olunsaydı acaba imparatorluğun hangi parçası elimizde kalırdı? hatta türkiye diye bir siyasi varlık kalır mıydı? düşünmek gerekir.
    dolayısıyla “güvenlik mi öncelikli, yoksa özgürlük mü?” sorusunun karşısında abdülhamid’i bugünkü sınırlı bakış açısıyla yargılamanın ve onu müstebit, otoriter, despot,zalim bir yönetici olarak görmenin hatalı bir hüküm olacağı düşüncesindeyim. o günkü şartlar doğrudur veya yanlıştır ama ancak bu şekilde bir yönetim anlayışının devleti ayakta tutacağı sonucunu doğuruyordu aklı-ı selim sahiplerinin kafasında.
    bu tedbirlerin ne kadar isabetli olduğu, neyi önlemeye,engellemeye,frenlemeye çalıştığı abdulhamid’in tahttan indirilmesinden sonra yaşanan 9 yıllık feci tecrübeyle yeterince doğrulanmış olmadı mı?
    0 1
  1. Yeni Konu Ekleme

    Bu alana yazacağınız yazı sizin konu başlığınız olacaktır. Eğer konunuz var ise listelenecek, eğer konunuz yok ise yeni konu ekleme sayfasına yönlendirileceksiniz. Konu başlığınızı yazdıktan sonra ileri butonuna yada enter butonuna basınız.

  2. Arama Butonu

    Arama butonuna basarak sayfaya yönlendirileceksiniz.